• If this is your first visit, be sure to check out the FAQ by clicking the link above. You may have to register before you can post: click the register link above to proceed. To start viewing messages, select the forum that you want to visit from the selection below.

Duyuru

Gizle
No announcement yet.

Eğitim Başarısını Arttırma....

Gizle
Bu konu sabit bir konudur.
X
X
 
  • Filtrele
  • Zaman
  • Göster
Hepsini Sil
new posts

  • Eğitim Başarısını Arttırma....

    EĞİTİM BAŞARISINI ARTTIRMADA AİLENİN ROLÜ



    Anne babanın, gencin eğitim başarısı konusunda yapabilecekleri ,“katkı” ve “yardımla” sınırlıdır. Temel kural yardıma ihtiyacı olanın yardım istemesidir.

    Bu nedenle ona yapmak istediğiniz yardımlarda onunla işbirliği içinde olmanız ve

    onun, söyledikleriniz ve yapmak istedikleriniz konusunda ikna olması ve inanması esastır.

    Geçmişte başarı çok çalışmak iken, şimdi ise başarı etkili çalışmak olarak tanımlanmaktadır.
    Etkili çalışmak, zamanı, belirlenmiş öncelikler doğrultusunda programlı olarak kullanmaktır. Etkili çalışmak için dinlenmeye, eğlenmeye, dostlarla vakit geçirmeye de gereksinim vardır. Eğitim başarısı ders başında ne kadar zaman geçirildiğine değil, çalışılan konudan öğrencide geriye ne kaldığına bağlıdır.
    Çalışma ile ilgili önemli ilkeler vardır. Bunlar:
    1) Öğrenci problem çözerken çözüme ulaşıncaya kadar ara vermemesi,
    (en fazla 40 dakika)
    2) Çalışmadan sonra 10 dakika tekrar , 10 dakika mola vermesi.

    3) Gece yatmadan öğrendiklerini 10 dakika tekrar etmesi

    4) Notların tekrar yazılması veya çalıştıktan sonra notların tekrarı ve hızla gözden geçirilmesi.

    5) Çalışma zamanının, çizelgeli çalışma programına göre planlanması.

    6) Çocuğunuza uygun çalışma ortamı hazırlamak için 18-20 derece oda ısısında derli toplu bir oda ya da köşe, sessiz ve ışığı yeterli düzeyde çalışma masası ve malzemelerin düzenli bir şekilde masanın üzerinde durmasıdır.



    Çocuğunuzun Yanlış Çalışma Alışkanlıkları:

    1) TV izleyerek ya da müzik dinleyerek çalışmak,

    2) Yatarak, uzanarak çalışmak,

    3) Çalışırken atıştırmak,

    4) Posterle dolu bir oda,

    5) Çalışmayı sürekli erteleme alışkanlığı,

    6) Önemsiz işlere verimsiz saatleri harcamak,

    7) Programsız çalışmak olarak sayılabilir.

    Çocuğunuzun sınava hazırlanmasında, sınav kaygısını azaltmak ebeveynlere düşmektedir. Bu konuda ebeveynlerin yaptıkları yanlışlara bakacak olursak;

    Bunlar: Yüksek başarı beklentisi, çocuğun eleştirilmesi, ad takılması, dayak vs. gibi cezalarla eğitilmesi, çocuğu başkalarıyla kıyaslama, çocuğun sınırlarını zorlama, başarısızlığı ceza ile bağdaştırmak, hayatın “amacını” sorgulayıp sürekli çalışmasını hatırlatmak.

    Çocuklarınızın başarıya ulaşmaları için düzenli aile hayatı, problemleri kabullenmek, sosyallik konusunda model olmak, ergeni iyi tanımak, yaratıcılığını desteklemek gerekir.

    Olgun insanlar yetiştirebilmek için ebeveynlerin de olgun olması, olumlu benlik duygusuna sahip olması, yani yapıp yapmayacaklarının, sınırlarının farkında olması gereklidir.

    Olgun biri diğerleriyle hem yakın hem de genel ilişkilerde sıcak bağlar kurma yeteneğine sahiptir. Dış gerçeklerle bağlantı içinde düşünür, hareket eder yani durağan değildir, değişikliklere uyum gösterir ve kendini yeniler. Değiştiremeyeceği durumu kabullenir ve soruna o noktadan yeni bir çözüm arar.

    Unutmayın, “Hoşgörü, karşımızdakini istediğimiz gibi olmaya zorlamak değil, kendi istediği gibi mutlu olmasına imkan verme büyüklüğüdür.”








    DERS ÇALIŞMA KONUSUNDA YAŞANILAN SORUNLAR



    Tüm imkanları olmasına rağmen bir öğrencinin ders çalışma konusunda isteksiz ve motivasyonsuz olması özellikle veliler ve öğretmenler kanalıyla önümüze gelen en büyük problemlerden birisidir. Öğrencilerin derslerine yönelik motivasyonlarını olumsuz etkileyen etmenlere bakacak olursak;

    1) Öğrencinin yapamayacağına ve başarısız bir öğrenci olduğuna inanmış ya da inandırılmış olması.

    2) Ailenin bu konudaki tüm sorumluluğu almış olmasından dolayı öğrencinin herhangi bir sorumluluk almak istememesi ya da almaması, yani, bir anlamda bu problemden kendisini yalıtmış olması.

    3) Öğrencinin büyük bir başarı korkusu duyması.



    Tüm bu problemlerin giderilmesi hususunda öğrenci, veli ve öğretmenler ile görüşmelerin yapılması ve buna göre çözümler aranması faydalı olacaktır.

    alıntı

  • #2

    BoŞanma Ve Çocuklar

    Boşanma tatsız bir durumdur. Hem ayrılanlar için, hem çocuklar için, hem de ailelerin diğer üyeleri için...

    Ama, ayrılanlar açısından, çıkışı olmayan bir durumdan ziyade, tıkanmış bir ilişkiler yumağından çıkış olarak de görülebilir. Her iki tarafın de görüş birliğinde olmadığı boşanmaların çoğunlukta olduğunu biliyoruz, ama itiraz edenler için bile, o anda fark edilmese bile, boşanma aslında bir çıkış yolu olabilir.

    Her durumda, çocukların hayatında ortaya çıkmış bu dönüm noktasının ve dönüm noktasının ardından gelen yeni hayatın onları geliştirici olması nasıl sağlanabilir?

    Her aile kendine özgüdür. Bu broşürü ayrıntısıyla okumadan önce şunu hatırlatalım: Herkesin durumu farklıdır, kendine özgüdür. Hiçbir boşanma hiçbir zaman birbirine benzemez; çünkü iki aile asla benzer değildir. Bilin ki, çoğu anne-babalarının boşanmasına alışabilir ve alışacaktır. Çocuklar çoğunlukla şaşılacak derecede güçlüdürler. Bazen anne ile baba arasında boşanmadan sonra daha yakın ilişkiler kurulabilir. Zamanla çocukların çoğu boşanmanın getirdiği değişimi kabullenmeyi öğrenecektir. Anne-babanın birbirleriyle iyi iletişim içinde olmaları ve çocuklarına karşı değişmeyen bir sıcaklık ve sevgi hissetmeleri bunu çok daha kolaylaştıracaktır.

    Hayat devam eder. Boşanmadan sonra, hayat herkes için devam edecek. Üstelik, boşanan eşler artık karı-koca olmasalar bile, “akraba” olarak kalacaklar. Aradaki kan bağı, okula başlangıçlarda, mezuniyetlerde, sünnetlerde, düğünlerde, acılarda, hayatın diğer beklenen ve beklenmeyen dönüm noktalarında karşılaşmayı zorunlu kılacak. Boşanmanın iyisi-kötüsü olmaz; ama, düzgün bir şekilde, çocuklarımızı örselemeden, nasıl boşanılır; onu birlikte düşünelim.



    BOŞANMA ÖNCESİ HAZIRLIK


    Çocuk açısından boşanma, ailenin bir anlamda yok olması ve ebediyen kaybedilmesi olarak görülebilir. Bazı bağlar sürmekle birlikte, içine doğduğu aile artık yoktur. Bu durum kayıp ve üzüntü duyguları uyandırır. Boşanmanın çocuklar üzerinde yarattığı gerilimin ne derece olacağı ve ne kadar süreceği bir çok etkene, ama en çok anne-babadan edebilecekleri çeşitli yollar vardır.



    Ayrılık ya da boşanma hakkında çocuklarınızla konuşarak başlayın.

    Çocuklarınızın neleri anlayıp anlayamayacağı konusunda düşünün. Açık ve dürüst olun. Özellikle onları doğrudan etkileyecek değişiklikler ve olacaklar hakkında bilgi sahibi olmaları, rahatlatıcıdır.

    Değişikliklerin adım adım, yavaş yavaş gerçekleşmesini sağlayın. Aynı anda birçok değişiklik yapmayın. Bu çocuğunuzun boşanma esnasında ve sonrasında, olayların hızı ile başının dönmesini önler; kendisini daha güvende hissetmesini sağlar.



    -Çocukların sık sorduğu sorular:

    -Neden boşanıyorsunuz?

    -Sen ve babam/annem tekrar bir araya gelecek misiniz?

    -Benim yüzümden mi boşanıyorsunuz?

    -Okulumu değiştirmek zorunda kalacak mıyım?

    -Annemi/babamı ne sıklıkta göreceğim?

    -Arkadaşlarımı görebilecek miyim?

    -Büyükannemi ve büyükbabamı görebilecek miyim?

    -Fakir mi olacağız?

    -Yaz kampına gidebilecek miyim?

    -Tatillerimi kiminle geçireceğim?



    Aynı zamanda çocuklarınızla, onların aile içindeki rollerinin değişip değişmeyeceği hakkında konuşun. Eğer siz tekrar çalışmaya başlayacaksanız veya iş saatleriniz değişecekse, evde onların yardımına ne kadar ihtiyaç duyacağınızı belirtin (sofrayı kurma, kendi odalarını temizleme gibi…) Ancak çocuklarınızdan eski eşinizin yerini almalarını beklemeyin, bu anlama alınabilecek ifadelerden kaçının: “Artık bu ailenin erkeği sensin” veya tek dayanağım sensin”. Eğer hayatınızdaki değişiklikler baş edemeyeceğiniz bir hale gelirse bir danışmana başvurun. Danışman, duygularınızı çözümlemenize ve olaylarla başa çıkmanıza yardım edebilir.



    Çocuğunuza boşanma konusunda dürüst davranın.



    Boşanma esnasında çocuğunuzu ilgilendiren her konuda sizin ve eski eşinizin aynı fikirde olması kolay olmayabilir. Çocuklarla ayrılık hakkında konuşmadan önce birçok kararı vermiş olmanız onlar için en iyisi olacaktır. Neler olup bittiği konusunda onlara açıkça ve basitçe bilgi verin. Bu değişikliklere alışmanın zaman alacağını, ancak yeni aile düzeni içinde de hayatın mutlu gerçeğini vurgulayın.



    Çocuklarınızın hislerini anlamak için elinizden gelenin en iyisini yapın.

    Durum sizin için zor ise, çocuklarınız için daha zor olacaktır. Onları duygularını ifade etmeleri için cesaretlendirin. Olaydan etkilenen herkesin hissettikleri hakkında konuşması işe yarar, yaşanan gerilimi azaltabilir.



    BOŞANMA AŞAMASI



    Boşanma aşamasında çocuklarınız anne ve babanın her birinden özel ilgi görmek ve kendilerine zaman ayrılmasını isteyebilirler. Bu herkes için, ama özellikle çocuklar için zor bir süreçtir. Aşağıdaki önerileri aklınızda bulundurun:

    Kızgınlığınız ya da hukuki mücadele çocuğunuzun ihtiyaçlarını göz ardı etmenize sebep olmasın. Çocuklar boşanmış anne-baba arasında geçen tartışmalara dolaylı dolaysız tanık olmamalıdırlar. Anne babadan her ikisi de geri adım atabilmeli ve uzlaşmaya razı olabilmelidir. Uzlaşmakta zorlanıyorsanız, özellikle boşanmanın erken evresinde bir arabulucudan yararlanın; bu avukatınız ya da bir saygın aile büyüğü ya da dostu olabilir.



    İletişim. Eski eşinizle iletişim halinde olmanız ve işbirliği yapmanız çocuklarınızın iyiliği için gereklidir. Unutmayın, her ikiniz de çocuklarınızı yetiştirmekle yükümlüsünüz. Anne-babalar bazen çocuğun bakımıyla ilgili meseleleri, çocuğu eski eşlerine götürdüklerinde veya teslim alırken tartışırlar. Eğer bu tür yüz yüze konuşmalar tartışmayla sonuçlanıyorsa, bu konuları telefonla görüşün, veya elektronik posta kullanın. Süregelen anlaşmazlıkları çözmek için bir danışmadan yardım isteyin.

    Görüşme ve velayet düzenlemeleri herkesçe kabul edilebilir olmalı. Medeni kanundaki hükümler, anne-babalara çeşitli görüşme-velayet düzenlemeleri yapma konusunda belli esneklikler sağlamaktadır. Velayetin fiziki boyutu çocuğun yaşadığı yere bağlıdır. Yasal velayet anne-babaların çocuklarının eğitimleri, tıbbi tedavileri vb. temel konularda söz hakkına sahip olmalarıdır. Yasal anlaşmazlıkları önlemek amacını güder; eğer çiftler kendileri uygun bir “yasa” da anlaşabilirse, ideal olan budur. Ancak, güven ilişkisinin zedelenmişliği, karşılıklı mutabakatların ömrünü kısaltır, denetimini de imkansızlaştırır.

    Tarafların “iyiniyeti” ni sağlayacak ve denetleyecek tek öge çocukların yararı olacaktır. Görüşme düzeni ve kararların nasıl alınacağı konusunda ayrıntılı düzenlemeler yapılabilir. Çocuklar anne ve babalarında dönüşümlü olarak ve eşit sürelerle kalabilir, veya hafta içi-sonu, okul zamanı-tatil şeklinde ayarlamalar yapılabilir. Çocukların maddi, duygusal ve eğitimsel sorunlarıyla her iki ebeveynin de aktif olarak ilgilenmesini sağlar. Acil kararlar konusunda anne ve babanın birbirini yetkilendirmesi, hızlı karar verilmesi gereken durumlarda, bir iletişim aksaklığında, gereksiz gecikmeleri önler. Çocuğun çıkarının korunabilmesini sağlar.



    Çocuklarınızın eski eşinizle ilişkisine saygı gösterin. O sizin “ex” eşiniz olabilir, ama çocuğunuzun “ex” annesi ya da babası değil. Diğer ebeveyn arasındaki ilişkiye saygı gösterin. Onunla kendilerini suçlu, ya da size karşı sadakatsiz hissetmeden zaman geçirebilmelerine izin verin, sadece izin vermeyin, bunu gerçekleşmesini sağlayın. Eski eşiniz çocuklarınıza bakmayı kesinlikle reddetmediği sürece, fikir ayrılıklarınızın çocuklarınızı ondan uzak tutmasına izin vermeyin. Hem annesiyle, hem de babasıyla kuvvetli sevgi bağları oluşturmuş bir çocuk geleceğe en iyi hazırlanandır.

    “Ben terkedilecek bir çocuğum”. Çocuklarınızı, kimle yaşıyor olursa olsunlar, sevginizin değişmezliğine ikna edin. Öbür tarafı tercih ettiği, onu daha çok sevdiği gibi sitemler, onun sizi kaybetme korkusunu kamçılayabilir. Çocuklar çoğunlukla anne-babadan biri onları terk ederse, diğerinin de terk edeceğini düşünürler: “ben terk edilecek bir çocuğum”.

    Çocuklarınızın gündelik programlarının sade ve önceden belli olmasını sağlayın.

    Çocuklar ayrılık ve boşanma sürecinde çok fazla değişim yaşarlar. Değişimin sarsıcılığını azaltmak için günlük alışkanlıklarını pek değiştirmeden korumaya çalışın. Boşanma sonrasında, anne-baba kendini suçlama eğilimine girebilir. İşlerin kontrolünü çocuklara vererek kendini bağışlatacağını bilinçli-bilinçsiz düşünen birçok anne-baba var. “Sen nasıl istersen öyle…” yaklaşımı, tahminlerin aksine, çocukta gerginliği ve tedirginliği arttırıcı bir etki yapar. Gereksiz bir sorumluluk duygusu yaratır.

    Güvenilir ve tutarlı olun. Çocuklarınızla her dakika birlikte olmasanız da, annesi/babasısınız. Sizin onlardan beklentilerinizi bilmeleri ve ona göre davranmaları gerekir. Ayrı yaşayan anne-babalar, çocuklar için belirli ve tutarlı kurallar koymaya çalışırsa, çocuklar çelişkiye düşmezler.



    ÇOCUKLAR NASIL TEPKİ VERİRLER?



    Ayrılık /boşanma yaşayan ailelerde, çocukların hissettiklerinin iyisi-kötüsü, doğrusu-yanlışı nedir, bunu tam belirlemek mümkün değil. Çocuklar yaşlarına, cinsiyetlerine, duygusal güçlerine ve aile desteğine bağlı olarak farklı tepkiler gösterebilirler.

    Tepki göstermek normaldir, süresine ve şiddetine bakmalı.

    Çoğu çocuk anne-babalarının boşanmasını veya ayrılığını kabul etmekte zorlanır. İlk söyleyeceğiniz de bunu saptamak ve onlara açıkça aktarmaktan ibarettir: “Kafan karışabilir, sinirli, gergin, hırçın olabilirsin. Öyle değilmiş gibi yapma, seni geren, kasan durumlar hakkında biraz konuş…”

    Tepkiler yaşa göre değişir. Yaş, tepkilerin niteliğini belirleyen en önemli gelişimsel etkendir. Yaşa göre sıraladığımız aşağıdaki tepkiler, durup üzerinde düşünmenizi sağlayabilir ve birisine danışmanızı gerektirebilecek durumlar hakkında bir fikir verebilir. Sıraladığımız davranış ve duygular, aşırılık ve süreklilik gösterdiğinde, tepki zarar verici olmaya başlamış demektir.



    5 yaşından küçükler;



    -kederli görünebilir,

    -başka insanlardan korkabilir,

    -anne/babadan ayrılmak istemeyebilir,

    -uyku problemleri yaşayabilir,

    -yemek problemleri yaşayabilir,

    -huysuzluk nöbetlerine girebilir,

    -tuvalet eğitimiyle ilgili zorluklar gösterebilir,

    -boşanmadan kendilerini sorumlu hissedebilirler (buna özellikle 3-5 yaş arasındaki çocuklarda rastlanır).







    Okul çocuğundaki çocuklar;



    -karamsarlaşır, içe kapanıklaşabilir,

    -öfkelenebilir,

    -dikkati dağılır, toplanamaz,

    -notları düşebilir,

    -huysuzluk krizleri geçirebilir,

    -sürekli sızlanır,

    -saldırganlaşabilir,

    -anne-babayı tekrar bir araya getirme çabasına girer,

    -anne ya da babadan birisinden yana olmaları bekleniyormuş gibi taraf olur.



    Ergenlik çağındaki çocuklar;



    -İçe kapanabilir,

    -mutsuz hissedebilirler,

    -öfkesini kolayca gösterebilir.

    -saldırganlaşabilir,

    -vakitsiz veya riskli cinsel ilişki, uyuşturucu kullanımı gibi riskli davranışlara girebilir

    -boşanmanın yaşantısında ekonomik bozulma yaratmasından kaygılanabilir.



    BOŞANANLAR NASIL TEPKİ VERİRLER ?


    Anne ve babanın boşanmanın da, evlenme gibi, zaman gerektiren bir süreç olduğunu ve ayrılığın tamamlanmasının mahkeme işlemlerinden daha uzun sürebileceğini başta kabullenmeleri gerekir. Anne babaların boşanmanın etkileriyle mücadele etme tarzları çocukların buna uyum sağlama süreçlerini de etkileyecektir. Boşanmaya karşı pek çok yetişkinin gösterdiği en yaygın tepki depresyondur. Depresyondayken, mantığınız, gücünüz her zamanki kadar iyi olmayabilir. Bu tip bir sorunun tedavisinden kaçınmayın. Sizin sağlıklı olmanız bu zor zamanda çocuklarınıza yardımcı olabilmeniz için şarttır.

    Anne ya da babanın öfkesi, bir tarafından diğerine karşı çocukların bir biçimde kullanılmasıyla sonuçlanabilir. Birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan anne-babalar çocuklarının boşanma ve ayrılığa uyum sağlamalarını daha da zorlaştırırlar.

    Gerçekleştirilmesi çok zor bir öneri: Anne-baba birbirine, kendisine duyduğu öfkenin bilincinde olduğu ölçüde, öfkenin kontrolü kolaylaşacaktır. Çocuk herkesin kendisini bir tarafa çektiği durumlarda, iyice şaşkınlaşıp, duygusal olarak zor durumda kalabilir.

    Gelecek için söz vermeli mi? “Evlenecek misin, evlendiğin kişi bizi ne yapacak? “Bu sorulara kendinizi bağlayıcı, ileride yalancı çıkartıcı cevap vermekten kaçınmanızı öneririm. Onun çıkarlarını her şeyin üstünde tutacağınıza söz vermekten çekinmeyin; bu sözü tutarsınız. Büyük olasılıkla, bir sonraki evlilik kararınızı verirken, çocuğunuza ilişkin durum önemli bir rol oynayacaktır. Bu, en az yeni bir eş arayışı kadar doğaldır.

    Yorum yap

    • #3

      Boşanma tatsız bir durumdur. Hem ayrılanlar için, hem çocuklar için, hem de ailelerin diğer üyeleri için...

      Ama, ayrılanlar açısından, çıkışı olmayan bir durumdan ziyade, tıkanmış bir ilişkiler yumağından çıkış olarak de görülebilir. Her iki tarafın de görüş birliğinde olmadığı boşanmaların çoğunlukta olduğunu biliyoruz, ama itiraz edenler için bile, o anda fark edilmese bile, boşanma aslında bir çıkış yolu olabilir.

      Her durumda, çocukların hayatında ortaya çıkmış bu dönüm noktasının ve dönüm noktasının ardından gelen yeni hayatın onları geliştirici olması nasıl sağlanabilir?

      Her aile kendine özgüdür. Bu broşürü ayrıntısıyla okumadan önce şunu hatırlatalım: Herkesin durumu farklıdır, kendine özgüdür. Hiçbir boşanma hiçbir zaman birbirine benzemez; çünkü iki aile asla benzer değildir. Bilin ki, çoğu anne-babalarının boşanmasına alışabilir ve alışacaktır. Çocuklar çoğunlukla şaşılacak derecede güçlüdürler. Bazen anne ile baba arasında boşanmadan sonra daha yakın ilişkiler kurulabilir. Zamanla çocukların çoğu boşanmanın getirdiği değişimi kabullenmeyi öğrenecektir. Anne-babanın birbirleriyle iyi iletişim içinde olmaları ve çocuklarına karşı değişmeyen bir sıcaklık ve sevgi hissetmeleri bunu çok daha kolaylaştıracaktır.

      Hayat devam eder. Boşanmadan sonra, hayat herkes için devam edecek. Üstelik, boşanan eşler artık karı-koca olmasalar bile, “akraba” olarak kalacaklar. Aradaki kan bağı, okula başlangıçlarda, mezuniyetlerde, sünnetlerde, düğünlerde, acılarda, hayatın diğer beklenen ve beklenmeyen dönüm noktalarında karşılaşmayı zorunlu kılacak. Boşanmanın iyisi-kötüsü olmaz; ama, düzgün bir şekilde, çocuklarımızı örselemeden, nasıl boşanılır; onu birlikte düşünelim.



      BOŞANMA ÖNCESİ HAZIRLIK


      Çocuk açısından boşanma, ailenin bir anlamda yok olması ve ebediyen kaybedilmesi olarak görülebilir. Bazı bağlar sürmekle birlikte, içine doğduğu aile artık yoktur. Bu durum kayıp ve üzüntü duyguları uyandırır. Boşanmanın çocuklar üzerinde yarattığı gerilimin ne derece olacağı ve ne kadar süreceği bir çok etkene, ama en çok anne-babadan edebilecekleri çeşitli yollar vardır.



      Ayrılık ya da boşanma hakkında çocuklarınızla konuşarak başlayın.

      Çocuklarınızın neleri anlayıp anlayamayacağı konusunda düşünün. Açık ve dürüst olun. Özellikle onları doğrudan etkileyecek değişiklikler ve olacaklar hakkında bilgi sahibi olmaları, rahatlatıcıdır.

      Değişikliklerin adım adım, yavaş yavaş gerçekleşmesini sağlayın. Aynı anda birçok değişiklik yapmayın. Bu çocuğunuzun boşanma esnasında ve sonrasında, olayların hızı ile başının dönmesini önler; kendisini daha güvende hissetmesini sağlar.



      -Çocukların sık sorduğu sorular:

      -Neden boşanıyorsunuz?

      -Sen ve babam/annem tekrar bir araya gelecek misiniz?

      -Benim yüzümden mi boşanıyorsunuz?

      -Okulumu değiştirmek zorunda kalacak mıyım?

      -Annemi/babamı ne sıklıkta göreceğim?

      -Arkadaşlarımı görebilecek miyim?

      -Büyükannemi ve büyükbabamı görebilecek miyim?

      -Fakir mi olacağız?

      -Yaz kampına gidebilecek miyim?

      -Tatillerimi kiminle geçireceğim?



      Aynı zamanda çocuklarınızla, onların aile içindeki rollerinin değişip değişmeyeceği hakkında konuşun. Eğer siz tekrar çalışmaya başlayacaksanız veya iş saatleriniz değişecekse, evde onların yardımına ne kadar ihtiyaç duyacağınızı belirtin (sofrayı kurma, kendi odalarını temizleme gibi…) Ancak çocuklarınızdan eski eşinizin yerini almalarını beklemeyin, bu anlama alınabilecek ifadelerden kaçının: “Artık bu ailenin erkeği sensin” veya tek dayanağım sensin”. Eğer hayatınızdaki değişiklikler baş edemeyeceğiniz bir hale gelirse bir danışmana başvurun. Danışman, duygularınızı çözümlemenize ve olaylarla başa çıkmanıza yardım edebilir.



      Çocuğunuza boşanma konusunda dürüst davranın.



      Boşanma esnasında çocuğunuzu ilgilendiren her konuda sizin ve eski eşinizin aynı fikirde olması kolay olmayabilir. Çocuklarla ayrılık hakkında konuşmadan önce birçok kararı vermiş olmanız onlar için en iyisi olacaktır. Neler olup bittiği konusunda onlara açıkça ve basitçe bilgi verin. Bu değişikliklere alışmanın zaman alacağını, ancak yeni aile düzeni içinde de hayatın mutlu gerçeğini vurgulayın.



      Çocuklarınızın hislerini anlamak için elinizden gelenin en iyisini yapın.

      Durum sizin için zor ise, çocuklarınız için daha zor olacaktır. Onları duygularını ifade etmeleri için cesaretlendirin. Olaydan etkilenen herkesin hissettikleri hakkında konuşması işe yarar, yaşanan gerilimi azaltabilir.



      BOŞANMA AŞAMASI



      Boşanma aşamasında çocuklarınız anne ve babanın her birinden özel ilgi görmek ve kendilerine zaman ayrılmasını isteyebilirler. Bu herkes için, ama özellikle çocuklar için zor bir süreçtir. Aşağıdaki önerileri aklınızda bulundurun:

      Kızgınlığınız ya da hukuki mücadele çocuğunuzun ihtiyaçlarını göz ardı etmenize sebep olmasın. Çocuklar boşanmış anne-baba arasında geçen tartışmalara dolaylı dolaysız tanık olmamalıdırlar. Anne babadan her ikisi de geri adım atabilmeli ve uzlaşmaya razı olabilmelidir. Uzlaşmakta zorlanıyorsanız, özellikle boşanmanın erken evresinde bir arabulucudan yararlanın; bu avukatınız ya da bir saygın aile büyüğü ya da dostu olabilir.



      İletişim. Eski eşinizle iletişim halinde olmanız ve işbirliği yapmanız çocuklarınızın iyiliği için gereklidir. Unutmayın, her ikiniz de çocuklarınızı yetiştirmekle yükümlüsünüz. Anne-babalar bazen çocuğun bakımıyla ilgili meseleleri, çocuğu eski eşlerine götürdüklerinde veya teslim alırken tartışırlar. Eğer bu tür yüz yüze konuşmalar tartışmayla sonuçlanıyorsa, bu konuları telefonla görüşün, veya elektronik posta kullanın. Süregelen anlaşmazlıkları çözmek için bir danışmadan yardım isteyin.

      Görüşme ve velayet düzenlemeleri herkesçe kabul edilebilir olmalı. Medeni kanundaki hükümler, anne-babalara çeşitli görüşme-velayet düzenlemeleri yapma konusunda belli esneklikler sağlamaktadır. Velayetin fiziki boyutu çocuğun yaşadığı yere bağlıdır. Yasal velayet anne-babaların çocuklarının eğitimleri, tıbbi tedavileri vb. temel konularda söz hakkına sahip olmalarıdır. Yasal anlaşmazlıkları önlemek amacını güder; eğer çiftler kendileri uygun bir “yasa” da anlaşabilirse, ideal olan budur. Ancak, güven ilişkisinin zedelenmişliği, karşılıklı mutabakatların ömrünü kısaltır, denetimini de imkansızlaştırır.

      Tarafların “iyiniyeti” ni sağlayacak ve denetleyecek tek öge çocukların yararı olacaktır. Görüşme düzeni ve kararların nasıl alınacağı konusunda ayrıntılı düzenlemeler yapılabilir. Çocuklar anne ve babalarında dönüşümlü olarak ve eşit sürelerle kalabilir, veya hafta içi-sonu, okul zamanı-tatil şeklinde ayarlamalar yapılabilir. Çocukların maddi, duygusal ve eğitimsel sorunlarıyla her iki ebeveynin de aktif olarak ilgilenmesini sağlar. Acil kararlar konusunda anne ve babanın birbirini yetkilendirmesi, hızlı karar verilmesi gereken durumlarda, bir iletişim aksaklığında, gereksiz gecikmeleri önler. Çocuğun çıkarının korunabilmesini sağlar.



      Çocuklarınızın eski eşinizle ilişkisine saygı gösterin. O sizin “ex” eşiniz olabilir, ama çocuğunuzun “ex” annesi ya da babası değil. Diğer ebeveyn arasındaki ilişkiye saygı gösterin. Onunla kendilerini suçlu, ya da size karşı sadakatsiz hissetmeden zaman geçirebilmelerine izin verin, sadece izin vermeyin, bunu gerçekleşmesini sağlayın. Eski eşiniz çocuklarınıza bakmayı kesinlikle reddetmediği sürece, fikir ayrılıklarınızın çocuklarınızı ondan uzak tutmasına izin vermeyin. Hem annesiyle, hem de babasıyla kuvvetli sevgi bağları oluşturmuş bir çocuk geleceğe en iyi hazırlanandır.

      “Ben terkedilecek bir çocuğum”. Çocuklarınızı, kimle yaşıyor olursa olsunlar, sevginizin değişmezliğine ikna edin. Öbür tarafı tercih ettiği, onu daha çok sevdiği gibi sitemler, onun sizi kaybetme korkusunu kamçılayabilir. Çocuklar çoğunlukla anne-babadan biri onları terk ederse, diğerinin de terk edeceğini düşünürler: “ben terk edilecek bir çocuğum”.

      Çocuklarınızın gündelik programlarının sade ve önceden belli olmasını sağlayın.

      Çocuklar ayrılık ve boşanma sürecinde çok fazla değişim yaşarlar. Değişimin sarsıcılığını azaltmak için günlük alışkanlıklarını pek değiştirmeden korumaya çalışın. Boşanma sonrasında, anne-baba kendini suçlama eğilimine girebilir. İşlerin kontrolünü çocuklara vererek kendini bağışlatacağını bilinçli-bilinçsiz düşünen birçok anne-baba var. “Sen nasıl istersen öyle…” yaklaşımı, tahminlerin aksine, çocukta gerginliği ve tedirginliği arttırıcı bir etki yapar. Gereksiz bir sorumluluk duygusu yaratır.

      Güvenilir ve tutarlı olun. Çocuklarınızla her dakika birlikte olmasanız da, annesi/babasısınız. Sizin onlardan beklentilerinizi bilmeleri ve ona göre davranmaları gerekir. Ayrı yaşayan anne-babalar, çocuklar için belirli ve tutarlı kurallar koymaya çalışırsa, çocuklar çelişkiye düşmezler.



      ÇOCUKLAR NASIL TEPKİ VERİRLER?



      Ayrılık /boşanma yaşayan ailelerde, çocukların hissettiklerinin iyisi-kötüsü, doğrusu-yanlışı nedir, bunu tam belirlemek mümkün değil. Çocuklar yaşlarına, cinsiyetlerine, duygusal güçlerine ve aile desteğine bağlı olarak farklı tepkiler gösterebilirler.

      Tepki göstermek normaldir, süresine ve şiddetine bakmalı.

      Çoğu çocuk anne-babalarının boşanmasını veya ayrılığını kabul etmekte zorlanır. İlk söyleyeceğiniz de bunu saptamak ve onlara açıkça aktarmaktan ibarettir: “Kafan karışabilir, sinirli, gergin, hırçın olabilirsin. Öyle değilmiş gibi yapma, seni geren, kasan durumlar hakkında biraz konuş…”

      Tepkiler yaşa göre değişir. Yaş, tepkilerin niteliğini belirleyen en önemli gelişimsel etkendir. Yaşa göre sıraladığımız aşağıdaki tepkiler, durup üzerinde düşünmenizi sağlayabilir ve birisine danışmanızı gerektirebilecek durumlar hakkında bir fikir verebilir. Sıraladığımız davranış ve duygular, aşırılık ve süreklilik gösterdiğinde, tepki zarar verici olmaya başlamış demektir.



      5 yaşından küçükler;



      -kederli görünebilir,

      -başka insanlardan korkabilir,

      -anne/babadan ayrılmak istemeyebilir,

      -uyku problemleri yaşayabilir,

      -yemek problemleri yaşayabilir,

      -huysuzluk nöbetlerine girebilir,

      -tuvalet eğitimiyle ilgili zorluklar gösterebilir,

      -boşanmadan kendilerini sorumlu hissedebilirler (buna özellikle 3-5 yaş arasındaki çocuklarda rastlanır).







      Okul çocuğundaki çocuklar;



      -karamsarlaşır, içe kapanıklaşabilir,

      -öfkelenebilir,

      -dikkati dağılır, toplanamaz,

      -notları düşebilir,

      -huysuzluk krizleri geçirebilir,

      -sürekli sızlanır,

      -saldırganlaşabilir,

      -anne-babayı tekrar bir araya getirme çabasına girer,

      -anne ya da babadan birisinden yana olmaları bekleniyormuş gibi taraf olur.



      Ergenlik çağındaki çocuklar;



      -İçe kapanabilir,

      -mutsuz hissedebilirler,

      -öfkesini kolayca gösterebilir.

      -saldırganlaşabilir,

      -vakitsiz veya riskli cinsel ilişki, uyuşturucu kullanımı gibi riskli davranışlara girebilir

      -boşanmanın yaşantısında ekonomik bozulma yaratmasından kaygılanabilir.



      BOŞANANLAR NASIL TEPKİ VERİRLER ?


      Anne ve babanın boşanmanın da, evlenme gibi, zaman gerektiren bir süreç olduğunu ve ayrılığın tamamlanmasının mahkeme işlemlerinden daha uzun sürebileceğini başta kabullenmeleri gerekir. Anne babaların boşanmanın etkileriyle mücadele etme tarzları çocukların buna uyum sağlama süreçlerini de etkileyecektir. Boşanmaya karşı pek çok yetişkinin gösterdiği en yaygın tepki depresyondur. Depresyondayken, mantığınız, gücünüz her zamanki kadar iyi olmayabilir. Bu tip bir sorunun tedavisinden kaçınmayın. Sizin sağlıklı olmanız bu zor zamanda çocuklarınıza yardımcı olabilmeniz için şarttır.

      Anne ya da babanın öfkesi, bir tarafından diğerine karşı çocukların bir biçimde kullanılmasıyla sonuçlanabilir. Birbirleriyle sürekli mücadele halinde olan anne-babalar çocuklarının boşanma ve ayrılığa uyum sağlamalarını daha da zorlaştırırlar.

      Gerçekleştirilmesi çok zor bir öneri: Anne-baba birbirine, kendisine duyduğu öfkenin bilincinde olduğu ölçüde, öfkenin kontrolü kolaylaşacaktır. Çocuk herkesin kendisini bir tarafa çektiği durumlarda, iyice şaşkınlaşıp, duygusal olarak zor durumda kalabilir.

      Gelecek için söz vermeli mi? “Evlenecek misin, evlendiğin kişi bizi ne yapacak? “Bu sorulara kendinizi bağlayıcı, ileride yalancı çıkartıcı cevap vermekten kaçınmanızı öneririm. Onun çıkarlarını her şeyin üstünde tutacağınıza söz vermekten çekinmeyin; bu sözü tutarsınız. Büyük olasılıkla, bir sonraki evlilik kararınızı verirken, çocuğunuza ilişkin durum önemli bir rol oynayacaktır. Bu, en az yeni bir eş arayışı kadar doğaldır.

      Yorum yap

      • #4

        BaŞarinin Anahtari Ekİp ÇaliŞmasi

        BAŞARININ ANAHTARI EKİP ÇALIŞMASI

        İster iş hayatında olsun ister özel hayatımızda, aslında sürekli bir ekip çalışması halindeyiz. İşinizde Başarılıysanız, evi paylaştığınız bireylerle aranızda sorun yoksa, oyunu kuralına göre oynuyorsunuz.

        Ekip çalışması, bugün iş dünyasının demirbaş öğelerinden biri olarak hemen her türlü işletmede aranılan bir özellik haline geldi. Kavram olarak takım çalışmasının içeriği, adımları, etkinliği ve faydaları iş dünyasında ve akademik çevrelerde tartışılmaya ve geliştirilmeye devam ediliyor. Bununla beraber, grup çalışmasını günlük yaşantımızda da uyguluyoruz. İster köylerdeki “imece” sistemini, ister spor takımlarını veya “sivil toplum organizasyonlarını” ya da birkaç gencin beraber kaldığı bir evi düşünün. Hepsinin özünde, ekip çalışmasından elde edilecek “enerjinin” değerlendirilmesi var.



        Temel özellikleri bilmek gerekir
        Çocuklarımıza öğretmeye önem verdiğimiz, sosyalleşmenin bir gereği olarak gördüğümüz, daha okul çağına gelmeden özümsemelerini istediğimiz bu anlayış, sadece iş dünyasını ilgilendiren bir unsur olmaktan çıkıp, günümüz insanının tüm hayatının önemli bir dinamiğini ifade ediyor. Peki, önemli olduğundan emin olduğumuz bu kavramı bir işyerinde oluşturmak, uygulatmak ve hatta öğretmek neden bu kadar zor? Hayatımızın birçok alanında karşımıza çıkmasına rağmen, neden takım çalışmasında başarısız oluyoruz? Bu sorulara cevap verebilmek için, grup çalışmasının temel özelliklerine göz atmak gerekir. Bir gün profesyonel ekip çalışmasının olduğu bir ortama girerseniz, bu altın kurallar size yardımcı olacaktır.

        Ortak hedef
        Bir ekibin üyelerinin beraber çalışabilmesi için bir nedene ihtiyaç var. Grubun hedefi, bu anlamda en temel varlık nedenidir. Amaç net değilse, grup içerisinde iletişim bozuklukları, koordinasyon eksikliği ve hatta gereksiz tartışmalar olabilir.

        Roller ve sorumluluklar
        Her bir takım üyesinin grup içerisindeki konumu belirlenmeli ve herkes tarafından mutlaka bilinmeli. Bu düzenlemeye göre sorumluluklar da netleşir. Durumun böyle olması, olası bir yetki veya sorumluluk geriliminin de önünü kesecektir.

        Liderlik

        Ekipler, gerekli durumlarda kontrolü ele alabilecek, donanımlı liderlere ihtiyaç duyarlar. Liderden beklenen; yönlendirici olabilmesi, grup üyeleri arasında koordinasyon sağlaması, güçlü iletişim becerilerine sahip olması ve takım üyelerinin aktif katılımını sağlamasıdır.

        Sinerji

        Tüm çalışanlarının işe katılımının sağlanması çok önemli. Ekip üyelerinin güçlü yönlerinin bilinmesi ve doğru kullanılması gerekir. Çünkü insanların motive olma nedenleri farklıdır.

        Önemseme

        Takım üyelerinin işe katkıları, ne derecede olursa olsun dikkate alınmalı ve değerlendirilmeli. Unutmamak gerekir ki, fikrinin önemsendiğini bilen kişiler daha yaratıcı olur.

        Açık iletişim

        Grup üyeleri, fikirlerini açıkça ifade edebilmeli. Bu konuda kısıtlamaların olması ya da karmaşık prosedürlerle tarif edilmesi, iletişimi engeller. Tüm iletişim kanallarının açık olması gerekir, özellikle yöneticiler ile olan dikey iletişim.

        Ekip içerisinde karar gücü

        Takım, işlerinde inisiyatif kullanabilmeli ve ortak kararlar alabilmeli. Gruba verilecek görevler, güçlü yönlerini ortaya çıkaracak şekilde seçilmeli. Uygulanmayacak projelerle uğraşanlarda motivasyon düşüklüğü olur.

        Sonuç ve süreç odaklılık

        Ekibin hedefe ulaşabilmesi kadar nasıl ulaştığı da önemli. Yani, işin grup içerisindeki dağılımı, işin doğru organize ve koordine edilmesi, beraber çalışmanın gerektirdiği kuralların uygulanması gibi unsurlara dikkat edilmeli.

        Güven duygusu

        Güven, takım üyelerinin birbiriyle olan ilişkileri ve davranışları neticesinde gelişir. Başarıya giden yolda da önemli bir anahtardır.

        Farklılıklara saygılı olmak

        Grup üyeleri, farklı düşüncelerin veya değişik görüşlerin olabileceğini ve bunları rahatça ifade edebileceklerini bilmeliler. Ceza veya dışlanma baskısı olmamalı.

        Problem çözme

        Uzlaşmazlık veya anlaşmazlık doğaldır. Bu gibi durumlarda konunun dikkatlice ele alınması ve çözümlenmesi gerekir. Konu kesinlikle kişiselleştirilmemeli.



        Bir ekibin birbirine ihtiyaç duyması için,

        Ø İş akışlarının tarif edilmiş,

        Ø Görev paylaşımının yapılmış,

        Ø Hedeflerin netleştirilmiş,

        Ø Ortak iş alanlarının belirlenmiş,

        Ø Bilgi paylaşımının sağlanmış,

        Ø İşbirliğinin gerekliliğinin kabul edilmiş,

        Ø Ekip içi koordinasyonunun sağlanmış,

        Ø Birlik duygusunu geliştirecek fırsatların yaratılmış olması gerekir.



        Yorum yap

        • #5

          Dİkkat EksİklİĞİ AŞiri Hareketlİlİk BozukluĞu İle YaŞayanlara On ÖĞÜt

          DİKKAT EKSİKLİĞİ AŞIRI HAREKETLİLİK BOZUKLUĞU İLE YAŞAYANLARA ON ÖĞÜT





          Çocuğunuzun sınırlılıklarını kabul edin. Ana babalar çocuklarının enerjik ve aktif olduğunu belki de hep böyle kalacağını kabul etmek durumundadır. Aşırı hareketlilik tasarlanarak yapılmaz. Aşırı hareketliliği ortadan kaldırmaya değil , kontrol etmeye çalışmalıdır. Örnek göstermenin , yıkıcı eleştirilerde bulunmanın yararı yoktur.

          Yoğun enerjiyi rahatlatacak etkinlikler bulun. Koşu, spor, yürüyüş gibi etkinlikler yararlıdır. Garaj, bodrum gibi mekanlar uygun düzenlemelerle özellikle kötü havalar için kurtarıcı olabilir.

          Evi düzenli tutun. Ev rutinleri, aşırı hareketli çocuğun düzeni kabullenmesinde yardımcı olur. Yemek, yatma ve çalışma saatleri düzenli olmalıdır. Tutarlı tepkiler çocukta tutarlılık yaratacaktır.

          Bitkinlikten kaçının. Bu çocuklar yorgun olduklarında kendilerini kontrol etmeleri zorlaşır, hiperaktiviteleri kötüleşir.

          Kurallı toplantılardan kaçının. Aşırı hareketliliğin uygun olmayacağı topluluklara katılmaktan kaçının. Başlangıçta, lokanta, büyük satış mağazaları, konser gibi yerlere gitmekten kaçının. Evde kontrol kazanıldıktan sonra yumuşak geçişlerle bu gibi ortamlarda bulunun.

          Ödünsüz, tutarlı disiplini sürdürün. Bu çocuklar yönetimi zor çocuklardır. Kurallar kendine ve başkalarına zarar vermemesi için kesinlikle uygulanmalıdır. Saldırgan yada ilgi çekmek için yapılan tuhaf davranışlara kesinlikle izin verilmemelidir. Bu çocuklar kurallara direnir. Bu nedenle konulacak kuralların açık, net, tutarlı, uygulanabilir ve denetlenebilir olması gerekir. Çok önemli olmayan, gözardı edilebilecek konularda kurallar konulmayabilir. Ana babalar çocuklarına karşı her an eleştirel olduklarında ilişkileri bozulacak, çocuğun güven duygusu ve benlik saygısı örselenecektir.

          Disiplini fiziksel olmayan cezalarla temin edin. Çocuğun bir süre için kendi başına bırakılabileceği bir odanın yada yerin oluşturulmasında yarar vardır. Bu oda çocuğun kendi odası olabilir ve orada davranışları ve sonuçlarını düşünebileceği sakinleşebileceği bir ortam yaratılmalıdır. Bu süre içinde odada bulunması gereken süre çocuğa belirtilmeli bu tür bir eylemin kötüye kullanımının önüne geçilmelidir. Bu çocuklara saldırgan olmamayı ve öfkeyi kontrol etmeyi öğreteceğimiz için fiziksel ceza mümkün olduğunca verilmemelidir. Olumlu yetişkin modeline daha çok gereksinim vardır.

          Dikkat süresini uzatıp evde vereceğiniz görevlerle dikkat yoğunluk ve süresini arttırın. Hiperaktivitesiz davranışlarını ödüllendirin .Kitap bakıp okumak , bul-tak bilmecelerini çözmek,resimleri eşlemek gibi etkinlikler bellek ve dikkat üzerine olumlu etkiler yapmaktadır. Oyuncakların çok fazla sayıda olmamalarına, güvenilir ve sağlam olmalarına, yaratıcılığı arttırıcı nitelik taşımasına özen gösterilmelidir. Hareketliliğini boşaltacağı görevler verin. Böylelikle hem sizin önerilerinizi yerine getirmiş, hem de hareketliliğini doyum sağlamış olacaktır.

          Komşuların aşırı tepkilerine karşı tampon olun. Sokakta kötü çocuk sıfatını kazansa da bunu eve taşımayın. O yoğun enerjili iyi bir çocuktur. Her zaman ailesinden kabul ve olumlu yönlendirme gören bir çocuğun benlik saygısı ve güveni sağlıklı gelişecektir.

          Düzenli aralıklarla sorunlu ortamdan uzaklaşın, kendiniz için hoş bir şeyler yapın. Dikkat Eksikliği Aşırı Hareketlilik Bozukluğu olan bir çocukla yaşamak zor bir deneyimdir. Ana ve babaların zaman zaman hoşgörü ve güçlerinin kalmadığını ve yoğun çatışmaların yaşandığını görmekteyiz. Bu gibi ortamlarda yukarıda sözü edilen kurallar çiğnenmekte, sorunlu çocuklar daha da bocalamaktadır. Bunu önlemek için ana babaların herhangi bir sorunu düşünmeden rahatlayabilecekleri ve yeni güç depolayabilecekleri ortamların yaratılmasında büyük yarar vardır. Bu konuda aile üyelerinin bu gereksinimin farkına varması ve birbirlerine destek olmaları gerekliliği unutulmamalıdır.



          Yorum yap

          • #6

            KAVGALARINIZ ARTTIYSA, DURUN VE DÜŞÜNÜN...



            Evlilik iki farklı insanın ortak bir yaşantıda buluşması olduğu için, bu farklılıklardan anlaşmazlıkların çıkması çok doğaldır.

            Eşler arasındaki tartışmalar aslında iki insanında bireyselliklerini kaybetmediklerinin ve fikirlerini özgürce ifade edebildiklerinin göstergesidir. Ancak tartışmalar sıklaştığında, sözel (alay etme, aşağılama vb.) veya fiziksel (dövme, vurma, eşya fırlatma vb.) olarak karşılıklı incitmeye dönüştüğünde, ailenin diğer üyelerini de fiziksel (vurma, dövme vb.) veya psikolojik (korku, kaygı, mutsuzluk, vb.) olarak etkilemeye başladığında ciddi sıkıntılar yaşanabilir.





            NEDEN


            Eşlerin farklı sebeplerle birbirlerine karşı birikmiş öfkelerinin açığa çıkması, bireysel olarak iş veya arkadaş ortamlarında yaşanan olumsuz duyguların yer değiştirip eşlere yansıması, bu koşulların kişinin eşiyle yaşadığı sıkıntıları tolere etmesini zorlaştırması veya ilişkideki hoşnutsuzlukların ifade edilemeyip bastırılması tartışmaların artmasına ve şiddetli kavgalara dönüşmesine sebep olabilir.





            EŞLER ARASI KAVGALARIN ÇOCUKLARA ETKİSİ



            Eşler arasında yaşanan kavgalar çocukları fiziksel ve psikolojik olarak etkileyebilir.



            · Kavga sırasında eşlerin yüksek sesle bağırması çocukların kaygı düzeyini arttırır.

            · Çocuklarda anne babalarının ayrılacağına dair yoğun bir korku oluşur.

            · Kavgalar şiddet içermeye başlarsa, çocuklar fiziksel bütünlüklerine zarar geleceğinden endişelenir, güvensiz hisseder, psikosomatik belirtiler (mide bulantısı, baş ağrısı, karın ağrısı, uykusuzluk, vb.) gösterebilirler.

            · Eşler kavgaların psikolojik etkisi ile anne ve babalık görevlerini tam olarak yerine getiremezler. Çocuklarına yeterli ilgi, sevgi ve sabrı gösteremezler.

            · Ebeveynlerin depresif ruh halleri çocuklarına da yansır, çocuklar da yoğun üzüntü, mutsuzluk, hiçbir şeyden zevk alamama gibi depresif belirtiler gösterirler.

            · Kavgaların etkisiyle ebeveynlerin duyguları inişli çıkışlı olacağı için çocuklarına tutarlı davranmazlar. Çocuklar da bu tutarsız davranışlar sonucu birçok davranış problemi gösterebilirler.



            ÇOCUKLARINIZ SİZİ KARI-KOCA OLARAK GÖREMEZ!


            Çocuklar karşılarında kavga edenleri karı-koca olarak değil, anne babaları olarak algıladıkları için kavga konusunun da anne ve babalıkla ilgili olduğunu düşünürler. Kendileri ile ilgiliymişcesine endişelenir ve suçluluk hissederler. Kendilerini sorumlu hissettikleri için problemin çözümü ile ilgili birşeyler yapmaları gerektiğine inanırlar. Sorunu çözemediklerinde ise çaresizlik hisler artar.







            EŞLER ARASINDA TARTIŞMALARIN ÇOCUKLARA ETKİSİNİN EN AZ OLABİLMESİ İÇİN;



            · Tartışmaları sözel veya fiziksel şiddete dönüştürmeyin.

            · Tartışmanın probleme çözüm getirmek için yapıldığını unutmayın ve tartışmayı güç savaşına dönüştürmeyin.

            · Tartışmaların anne babalık görevlerinizi engellemesine izin vermeyin.

            · Çocuklara tartışmaların annelik ve babalıkla bir ilgisi olmadığını, karı koca arasında yaşanan bir durum olduğunu ve bu duruma müdahale etmelerini istemediğinizi belirtin.

            · Çocukların duygusal olarak çok fazla etkilendiği durumlarda bir uzmana başvurun.





            SAĞLIKLI TARTIŞMALAR İÇİN NELER YAPILABİLİR?



            · Eşler tartışmanın sevgiyle alakası olmadığını ve tartıştıkları zaman ilişkiye zarar vermediklerini bilmelidirler.

            · Her şeyde olduğu gibi ilişkilerde de zamanla bir değişim olduğu kabul edilmeli. Bu değişimin her zaman olumsuz olmadığı bilinmelidir.

            · Tartışmaların sıklıkla görünür sebebinin gerçek sebep olmadığını bilmeli, iki taraf da gerçek sebebi bulmaya ve konuşmaya açık olmalıdır.

            · Tartışırken “ben” dili kullanılmalıdır. “...yaptığında ben...hissettim” gibi ...

            · Kişiler kendilerini eşlerinin yerine koymaya çalışabilir, kendilerine “aynı durumda ben ne hissederdim?” sorusunu sorabilirler.

            · Tartışmalar sırasında hissedilen öfkenin altında yatan diğer duyguların neler olduğuna odaklanılabilir ve bu duygular karşılıklı olarak paylaşılabilir. Çoğu zaman ihmal edilmişlik hisleri, daha fazla ilgi isteği kişide kızgınlığa yol açabilmektedir.

            · Olumsuz duygular hissedildiği zaman konuşulmalıdır, içe atılmamalıdır.

            · Tartışırken amaç ortak bir çözüme varmak olmalıdır, karşıdakini ikna etmeye çalışmak ve “kazanmak” değil.

            · Tartışmalarda suçun kimde olduğunu araştırmamalı, tartışma olabilmesi için iki kişinin olması gerektiği unutulmamalıdır.

            · Zaman zaman kişiler iş veya sosyal yaşantılarında yaşadıkları kişisel sıkıntılarının ilişkilerine yansıdığını fark edemezler.







            UNUTMAYIN !


            Kavgalarda eşlerin birbirlerine alaycı, hakaret dolu, aşağılayıcı davranması çocukların bu tür davranışları model almalarına sebep olur. Onlar da kendi yaşamların da benzer durumlarda benzer tepkiler gösterirler. Eğer sürekli olarak aynı kişi aşağılanmaya maruz kalıyorsa, çocuklar ya aşağılanan ebeveyn ile özdeşim kurar ve onun duygularını yaşamaya başlarlar ya da diğer ebeveyn ile özdeşleşerek aşağılanan ebeveyne benzer tepkiler verirler

            Yorum yap

            • #7

              Empatİ Sevİyesİ

              Modern toplumlarda, insanın yaratıcı enerjisini yönlendiren yepyeni bir konsept ortalığı kasıp kavuruyor. Klasik zekanın hükümranlığına son veren Duygusal Zeka’nın en önemli parçalarından birini oluşturuyor bu konsept. Empati diyorlar adına. Bizim dilimize kendini başkalarının yerine koyma olarak çevrilebilir. Kendimize mutlaka sormalıyız. Türkiye’nin empati yeteneği acaba hangi düzeyde diye. Empatinin ortaya konulamadığı ya da ortaya konulmasına izin verilmediği ortamlarda insanın gerçek enerjisinin de ortaya çıkamayacağı adeta bir fiziksel doğru olarak algılandığına göre bizim toplumsal sorunlarımızın altında üstelikte çok derinlerde empati noksanlığı mı yatıyor acaba. Sosyal politik ve ekonomik ilişkilerde kaçta kaçımız kendimizi sıkça başkalarının yerine koyabiliyoruz? Karşılıklı anlaşma, birbirini kolayca anlama, ortak bir hareket zemini yaratma ve bu birliktelikten yeni enerjiler üretme konusundaki bocalamamıza bakacak olursak empatiyi hayli ihmal ettiğimiz düşünülebilir. Türkiye’deki hakim davranışın kendini başkalarının yerine koyma değil kendi duygu ve düşüncelerini başkalarına baskı ve zorla kabul ettirme olduğu herhalde hepimizin malumudur. Bir an ya da bir süre için. Öğretmenin kendini öğrencinin yerine koyması, komutanın kendini askerin yerine koyması, patronun kendisini işçisinin yerine koyması, annenin kendini evladının yerine koyması, erkeğin kendini kadının yerine koyması veya tersi, özgür olanın kendini hükümlünün yerine koyması, hakimin kendini sanığın yerine koyması, ibadet orucu tutanın kendini ölüm orucu tutanın yerine koyması, para kazanabilen birinin kendini işsiz arkadaşının yerine koyması.....

              Kuşku yok ki bunu başarabilen insan çevresini çok daha iyi anlayacak anladığı oranda da hem kendinin hem de çevresinin gelişmesine etkin biçimde katılacaktır. Kendini başkasının yerine koymak onun fikirlerini hemen paylaşmak anlamına gelmiyor. Onu anlamak anlamına geliyor. Birbirini daha çok ve daha kolay anlayan insanların oluşturduğu irili ufaklı sosyal birimlerin (bunlar ekonomik, sosyal ve siyasi birimler olabilir) daha yaratıcı etkin ve başarılı olacakları artık tartışılmıyor bile. Empatiyi becerebilmek için insanın ille de yüksek tahsilli ve kültürlü olması da gerekmiyor. Biraz çaba sarf etmek kendini eğitmiş olmak küçük bir sabır ve fedakarlık yetiyor. İşte çok basit bir örnek. Çocukken sokakta oynar sonra acıkmış olarak eve koşardık. Sofraya oturma zamanı olmadığından annelerimizden üzerine yağ veya salça sürülmüş bir dilim ekmek isterdik. Türkiye de yaygın yoksulluk ve yoksunluk vardı. Aldığımız cevabı hatırlayın. Bir dilim ekmeği bulamayacak arkadaşlarınız imrenir doğru olma akşama sofrada yersin. İşte bu davranış kendini başkalarının yerine koyma davranışıdır. Farkında olmadan bizleri bir parça eğitmiştir de mutlaka. Ama modern zamanların hoyratlığının iş aleminin keskin kılıçlarının ve amansız rekabetin insanlardaki bu yeteneği bir hayli körelttiği de gerçeklerimizden biridir.





              DİKKAT EDİN

              Düşüncelerinize dikkat edin davranışınız olur.

              Davranışınıza dikkat edin alışkanlıklarınız olur.

              Alışkanlıklarınıza dikkat edin karakteriniz olur.

              Karakterinize dikkat edin kaderiniz olur.

              Yorum yap

              • #8

                KiŞ Depresyonuna Gİrmeyİn!

                KIŞ DEPRESYONUNA GİRMEYİN!


                Güneş ışığından yoksun kalmak vücudun biyolojik saatini bozuyor. Sürekli uyumak istiyor, kendimizi yorgun hissediyor, hazımsızlık çekiyor ve yaşamdan zevk alamamaya başlıyoruz. Bu belirtilerle ortaya çıkan “kış depresyonu” çözümsüz değil.

                Sabahları uyandığımızda hava hala zifiri karanlıktır. Kış aylarında olumsuz hava şartları hüküm sürdüğü için gündüzleri genelde ışığa hasret kalırız. Aydınlık hava gün içinde biraz yüzünü gösterse de, bütün gün çalışanlar akşamları iş çıkışı eve giderken yine karanlık havayla karşılaşırlar. Kış aylarında havanın bu kadar kasvetli ve kapalı olması, insanın bütün keyfini kaçırıyor. Genelde kendimizi uykusuz, huysuz ve yorgun hissettiğimizden, ister istemez konsantrasyon sıkıntısı çekiyoruz. Bu belirtiler kapsamında tıp dünyasına göre sezona dayalı depresyondan bahsetmek mümkün. Bunun da adı “kış depresyonu”.

                Yorgunluk, uyku düşkünlüğü, alınganlık ve hazımsızlık gibi belirtileri kapsayan “kış yorgunluğu”, depresyona sürüklüyor. Havanın kapalı, sisli ve yağışlı olması, kişilerin sosyal yaşantısını olumsuz etkiliyor.

                Uzmanlar, kış depresyonunun önemli bir sorun olduğunu belirtiyor. Yağmurlu, karanlık havaların başlamasıyla ve güneş ışığının azalmasıyla insanlarda bir gevşeme meydana geliyor. Bu dönemde çok sayıda kişi, kendini sürekli yorgun, aç ve morali bozuk hissedebiliyor. İster istemez aşırı karbonhidratlı besinlere yöneliyor ve uyku isteği çoğalıyor. Işıktan yoksun kalan bedenlerde ciddi bir halsizlik görülüyor. Işığın bol olduğu ortamlarda bulunan insanların ise moralleri daha yüksek oluyor.

                Kış depresyonu kadınlarda %80 oranında görülüyor. Bunun temelindeyse, regl dönemi öncesi yaşanılan sendromun etkisi oluyor. Havanın kasvetli ve iç daraltıcı olması, depresyonu etkiliyor.

                Sorumlusu melatonin hormonu

                Bu mevsimsel ruh hali rahatsızlığının sorumlusu olarak “epifiz bezi” gösteriliyor. Beyinde bulunan fındık büyüklüğündeki organın ruhsal durum üzerinde önemli bir etkisi var. Melatonin üreten bu hormonun etkisi yatıştırıcı tabletlerinkine benziyor. Kişiyi hareketsizleştiriyor, ruh halini olumsuz etkiliyor, uykulu ve yorgun yapıyor. Çoğu zaman 10-12 saat uyuduğumuz halde dinlenemiyoruz. Zihinsel ve bedensel verimlilik bitme noktasına geliyor. Durmadan bir şeyler, özellikle de tatlı şeyler yemek istiyoruz. Bu hormon sadece karanlıkta üretiliyor. Buna karşılık gözün ağ tabakası tarafından alınan ve sinir yollarıyla epifiz bezine iletilen ışık; melatonin üretimini azaltıyor ve insan psikolojik olarak neşeleniyor.

                Bol ışık depolayın

                Kış depresyonunun en iyi ilacı; ışıklı ortamlarda bulunmak ve güneşli, açık havalardan yararlanıp yürüyüş yapmak. Özellikle, kuruyemiş gibi enerji veren gıdaların tüketilmesi depresyon tehlikesini düşürüyor. Eğer depresyon ilerlemiş durumdaysa ve kişi kendini daha kötü hissediyorsa, hemen bir doktora başvurulmalı. Aksi takdirde düzelmesi oldukça zor olan sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Havaların soğumasıyla vücutta bazı metabolik değişiklikler de başlıyor. Günlük enerji, vitamin ve mineral gereksinimimizde artış oluyor. Vücut, C vitamini takviyesine ihtiyaç duyuyor. Yeşil sebzeler, turunçgiller, domates, patates ve kuşburnu bol bol C vitamini içerdikleri için, bunları tüketerek vücudunuzu kuvvetlendirebilirsiniz.

                KEYFİNİZ KAÇMASIN

                Küçük değişiklikler sayesinde kış depresyonunu önlemek elinizde.

                Perdeleri açın: Eğer karşınızda evinizin içini gözetleyebilecek yakınlıkta bir komşunuz yoksa, evinizdeki perdeleri açık tutun. Böylece içeriye mümkün olduğunca gün ışığının girmesini sağlayabiliriz.

                Renkli kıyafetler giyin: Turuncu, açık yeşil, sarı gibi renkler hem içinizi ısıtır hem de neşelenmenizi sağlar.

                Hareketli müzik dinleyin: Sabahları uyandığınızda hemen radyonuzu açın. Hareketli şarkılar çalan bir istasyonu seçin ve müziklere eşlik ederek güne hazırlanın.

                Masanıza renk katın: İşyerindeki masanızda koyu renk ne varsa kaldırın. Masanızı renkli eşyalarla süslemeye özen gösterin. Hatta, kullandığınız kalemlerin ve defterinizin bile renkli olmasına dikkat edin.

                Yeteneklerinizi keşfedin: Örgü örmek, takı tasarlamak, mum ya da seramik yapmak; ilgi alanlarınız doğrultusunda kendinize bir hobi edinebilir ve canınızın sıkkın olduğu zamanlarda kafanızı dağıtabilirsiniz.

                Abur cubur partisi yapın: Bugünlük rejimi unutun, bir markete girin ve cips, gofret gibi ne kadar abur cubur varsa hepsinden alın. Televizyonunuzun karşısına geçin ve keyif yapın.

                Evinizi baştan yaratın: Dolaplarınızı ve çekmecelerinizi düzenleyin, atılacakları atın. Koltuklarınızın yerini değiştirin. Masanızı renkli örtüler ve mumlarla süsleyin.



                Işık terapisi nedir?

                Kış mevsiminin genellikle karanlık geçtiği Kuzey ülkelerinde, ışığa ihtiyaç duyan kişilere “ışık terapisi” uygulanıyor. Bu yöntemde, hasta özel bir ışık cihazının önüne oturuyor. Işık tüpleri ültraviyole ışınları olmadan tüm ışık dilimlerini uyguluyor. Işık gücü, bir ilkbahar gününe eşdeğer 2500 ile 10000 Lüx arasında değişiyor. Göz, bu antidepresan hemen algılıyor. Göz tabakası ışık sinyalini bir sinirsel tepkiye dönüştürüyor. Beyindeki belli yapıları etkileyen bu sinyal, kişinin uyku ve uyanıklık ritmine tesir ediyor.

                Bu cihazları evinizde kullanmak üzere internetten de satın alabilirsiniz. Hangi cihazın size uygun olduğunu, hangi sıklıkta ve sürede bu ışığın önünde oturmanız gerektiğini mutlaka doktorunuza danışın.



                Yorum yap

                • #9

                  Mutlu İlİŞkİnİn Yollari

                  MUTLU İLİŞKİNİN YOLLARI



                  Herkes, gerçek mutluluğu yakalayabileceği sağlıklı bir ilişki arar… İşte, sağlıklı bir ilişkiye sahip olmanın 5 püf noktası…



                  Sadakat: Sağlıklı ve mutluluk verici bir ilişkinin temeli bağlılığa dayanır. Yakınlaşmaktan korktuğunuz için sevdiğinizden uzaklaşmak isteseniz de, sadakat sayesinde ona bağlı kalırsınız. Sadakat, sorumluluk almak, korkuları kontrol etmek ve duygusal olarak hazır olmak demektir. Eğer iki taraf da gereken sadakati gösterirse, sağlıklı bir ilişki için ilk adım atılmış olacaktır.



                  Sorumluluk: İnsan, olgunlaştıkça kendi sorumluluklarını öğrenir ve bu sorumluluklar çerçevesinde hareket eder. Ancak bazı sorumluluklar vardır ki, bunlar başkasına karşıdır. Partnerinizi olduğu gibi kabul edin. Bu ilişkinin sadece sizin değil, ikinizin duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için olduğunu unutmayın.



                  Benlik Bilinci: Hiç kimsenin sizin mutluluğunuzu sağlamasını beklemeyin. Eğer kendinize iyi bakar, ihtiyaçlarınızı karşılarsanız, ilişkinizin daha dengeli olmasını sağlarsınız. Partneriniz için her şeyi siz yapmayın. Unutmayın ki, onun kendisine iyi bakmayı öğrenmesi gerekiyor.



                  Dürüstlük: Kafanızı karıştıran, sizi üzen konuları, ihtiyaçlarınızı, isteklerinizi, duygularınızı ve sınırlarınızı dürüstçe ve açık olarak ifade edin. Doğruları söyleyip söylememe çelişkisine düşmeyin. Doğruları, ilişkinizi zedelemeyecek biçimde söylemeye dikkat ederseniz, mutlu olursunuz.



                  Çabalamak: Sağlıklı ve mutluluk verici bir ilişki çaba gerektirir. Elinizden geldiği kadar canlı yaşamaya çalışın, duygusal sorunlarınıza çözüm arayın, her şeyi yönetmeye çalışmayın, geçmişinizdeki sorunlarla yüzleşin ve korkularınızı yenin. Böylece sağlıklı bir ilişki için kapasitenizi artırmış olacaksınız!



                  EĞLENMEK İÇİN ZAMAN AYIRIN

                  Çoğu insan, genellikle stresli dönemlerde, her zaman yapmaktan zevk aldığı aktivitelerden vazgeçme eğilimine giriyor. İnsanlar, giderek azalan enerjilerini daha verimli faaliyetler için harcamayı tercih ediyor ve eğlenceye vakit ayırmayı zaman kaybı olarak değerlendiriyor.

                  Bu durum ise ciddi bir sorun ortaya çıkarıyor, çünkü eğlence, harcadığımızdan çok daha fazla enerji üretmemize yardımcı oluyor. Yapılan bir araştırma, sağlık durumuyla ilgili endişeleri olan, iş ya da aile sorunlarıyla mücadele eden kişilerin enerji birikiminin de düşük oranda olduğunu gösterdi.

                  Bu durumdaki insanların, kalan enerjilerini daha önemli aktivitelere saklama eğiliminde olduğunu ortaya koyan araştırmaya göre, zevk alınan faaliyetlerden vazgeçmek enerjimizi yarı yarıya azaltıyor.

                  Stresli ve zor dönemlerde eğlenceye vakit ayırmak bencillik, üretici olmaktan uzaklaşmak gibi yorumlansa da zevk aldığımız faaliyetler yeniden kuvvet kazanmamıza, kendimize güvenimizin artmasına yardımcı oluyor.




                  Yorum yap

                  • #10

                    Okul Korkusu

                    OKUL KORKUSU



                    Okul çağı ve okul öncesi çocuklarda özellikle 5-7 yaşlarında sık gözlenen problemlerdendir. Okula ilk başladığı dönemlerde belirginleşir. Problemin esas kaynağı anne-babadan ayrışmasındaki zorluk olup başlıca belirtileri şöyle sıralanabilir.



                    · Çocuk anneden ayrılma durumlarında şiddetli tepkiler gösterebilir. Ağlama, bağırma, tepinme, anneye sıkıca yapışma

                    · Okula gitmeyi reddetme, zorlandığı dönemlerde aşırı huysuzlanma, somatik yakınmalarda bulunma(karın ağrısı, baş ağrısı vb.)

                    · Uyku ve yeme bozuklukları

                    Okulda sempatik olmayan özellikler bulma, öğretmenden yakınma, ilgi görmeme vb bahanelerle okula gitmeyi zorlaştıracak sebepler ileri sürme



                    Okul korkusu olan çocuklarda üç temel karakteristik özellik vardır:





                    1. Bu çocuklar anne babalarına bağımlı bir tutum içindedirler. Bunun en önemli sebebi ebeveynin aşırı koruyucu tavrıdır.



                    2. Tüm isteklerinin karşılanması çocuğun çok isteyen ve isteklerini hileye başvurarak yaptırabilen bir çocuk olmasına sebep olmaktadır.



                    3. Ebeveyn çocuğun isteklerine sınır koyamadığı için aile, çocuk merkezli bir yapıya dönüşmüştür. Bu nedenle çocuk bütün durumlarda egemen olmak ister.



                    · Okul korkusu olan çocuklarda karın ağrısı,mide bulantısı gibi somatik belirtilerin nedeni nedir? Çocuklar olumlu ya da olumsuz duygularını sözelleştirebilmeyi ancak ilkokula başladıkları dönemde, daha belirgin olarak ise 9-10 yaşlarından sonra kazanmaktadırlar. Duyguların sözle ifade edilemediği dönemlerde yaşanan kaygı bedensel tepkilerle belirtilmektedir. Kreşe ya da okula başlamada zorlanan çocukların karın ağrıları olmakta, uyku, iştah, ya da davranışları ile ilgili tepkiler görülmektedir. Burada “zorlanıyorum” ya da “alışamadım” olarak anlatılmak istenen “karnım ağrıyor”, “başım ağrıyor” ya da “midem bulanıyor” gibi bedensel yakınmalarla anlatılmaya çalışılır.







                    ÇOCUĞUNUZ OKUL KORKUSU YAŞIYORSA NELER YAPABİLİRSİNİZ?



                    1) Okul korkusu ya da ayrılma ile ilgili kaygısı olan çocukları önceden ayrılığa, bağımsızlığa alıştırın. Böyle bir sorun varsa anne-baba, çocuk ve okul işbirliği ile çocuğun desteklenmesi gerekmektedir. Çocuğun bu ayrılığa yavaş yavaş alıştırılması, çocuğa güvence verilmesi ve bu güvencenin yerine getirilmesi, bu süre içerisinde çocuğun sergilediği zorlukların bedensel bir nedenle oluşup oluşmadığının araştırılması, kısa süreli ise ve yaygın değilse bu belirtilerin fazla dikkate

                    alınmaması gerekir.

                    2) Çocuğunuzun kaygısı ile alay etmeyin ve onu küçümsemeyin.

                    3) Çocuğunuzun korku ve kaygılarını anlamaya çalışın ve bu kaygıları anladığınızı çocuğunuza ifade edin.

                    4) Çocuğunuzu kendi başına dışarı çıkması için cesaretlendirin ve bunu yapabildiği zamanlarda onu ödüllendirin.

                    5) Çocuğunuzu okul hayatına hazırlayın. Ona okula giden çocukların hikayelerini okuyun.

                    6) Okul için alışveriş yapın ve bunun zevkli geçmesine dikkat edin.

                    7) Ona okul hayatının güzel yanlarını anlatın.

                    8) Çocuğunuza neden okula gitmesi gerektiğini ve okulun işlevinin ne olduğunu anlatın.

                    9) Sabah okula gitmek üzere yapılan hazırlıkları eğlenceli hale getirin. Örneğin onu öperek uyandırın. Bir okul şarkısı söyleyin. Kahvaltıyı aceleye getirmeyin. Kahvaltıda sohbet edin, ona okulda neler yapacağını sorun;, siz de gününüzü nasıl geçireceğinizi anlatın. Akşama kadar onu düşüneceğinizi söyleyin.

                    10) Kararlı olun. Çocuğun olur olmaz bahanelerle evde kalıp oyun oynamasına izin vermeyin. Evde kalış uzadıkça okula dönüş o ölçüde güçleşir. “yatsın, dinlensin, üstüne gitmeyelim” diye evde çocuğu tutmak bunalımı azaltmaz, arttırır.

                    11) Anne ve babaların hangisi daha tutarlı ve kararlı davranabiliyorsa, çocuğu okula o götürmelidir. Çoğunlukla sıkı ilişki nedeniyle anne bu görevi kolay başaramaz.

                    12) Çocuktan ayrılırken ona küçücük bir öpücük verin, onu kucaklayın ve “iyi dersler” dileyin.

                    13) Çocuğunuza asla, “eğer okula gidersen sana istediğin oyuncağı alacağım” gibi rüşvetler teklif etmeyin. Sadece istenilen davranışı yaptığında onu sonra ödüllendirin.

                    14) Eğer çocuğun evde kalması gerekirse bunu asla eğlenceli bir hale getirmeyin.

                    15) Ve en önemlisi bütün bunlara rağmen çocuğun korku ve kaygıları devam ediyor, rahatsızlıkları gittikçe artıyor ve yayılıyorsa mutlaka bir uzmandan değerlendirme ve yardım istenilmelidir.



                    Yorum yap

                    • #11

                      Olumlu DÜŞÜn Olumlu YaŞa

                      OLUMLU DÜŞÜN OLUMLU YAŞA
                      Her şey düşüncede başlar. Dünya ve içerdiği her şey düşüncenin ürünüdür. Bugün kullandığımız otomobil, bilgisayar, oturduğum sandalye önceleri bir düşünceden ibaretti. Hepsi önce düşüncede oluşturuldu ve düşüncenin yaratıcı sürecinin ürünü olarak gerçekleşti.

                      Kişiler arası ilişkiler dünyasına gelince, davranış ve duygularımızın nedenleri düşünce dünyamızın içinde yatar. Ön planda davranış ve duyguların alışverişinin ve karşılıklı değişimin yer aldığı kişiler arası iletişim sürecinde, davranış ve duyguların değişmesi, düşüncenin değişmesinden geçer. Ancak bunu gerçekleştirebilmek yani kalıplaşmış düşüncenin yerine yeni düşünce koyabilmek o kadar da kolay değildir. Çünkü yıllarca belirli tarzda düşünmeye adeta şartlanmışızdır. O yüzden düşüncelerle ilgili üzerinde durulacak ilk soru “acaba düşüncelerimizin her zaman farkında mıyız?” dır. Bu sorunun yanıtı bazen “evet” ama çoğunlukla “hayır” dır.

                      Düşünce ile ilgili ikinci önemli özellik ise düşünce sürecinin kesinlikle bir mantık yapısına ihtiyaç duymasıdır. İster öfke, ister çöküntü , ister sevinç, ister huzur, vb. olsun çoğu duygunun gerisinde, kendi içinde tutarlı bir mantık akışı vardır. Her bir davranış ve duygu, söz konusu mantık akışının noktalandığı sonuçta oluşur. Beynimiz, temelde, mantık akışları için ve içinde yaşar. Beyin için , gerçekçi olsun veya olmasın, önemli olan bir mantık akışını bitirebilmektir.

                      Basit bir mantıksal silsilede, üç temel aşama söz konusudur. Bunlardan ilki, çevremizdeki olaylar (başkalarının davranışları dahil) hakkında geliştirmiş olduğumuz, oldukça yerleşik bir inanç ya da kural veya büyük önermedir. İkinci öğe, büyük önermenin ilgili olduğu olay grubundan bir örnektir. Bu da orta önermedir. Silsiledeki son unsur, büyük ve orta önermelerden hareketle varılan sonuçtur.



                      Örnek: Beşir, hataların başkalarının gözünden düşmeye neden olduğuna inanır.

                      Beşir, geçen gün patronuyla çalışırken iki hata yapar,

                      SONUÇ: Beşir, o akşam eve patronunun gözünden düşmüş

                      düşüncesiyle gider.

                      Beşir, ertesi gün patronuyla çalışırken kendini gözden düşmüş hisseder.



                      Düşüncenin diğer bir özelliği ise beynimizin kendi kendine telkin hizmeti veren bir organ olmasıdır. Düşüncelerimiz, refleks hızında , mantıksal silsileler takip eden ve çoğunlukla farkında olmadığımız bir bilinç düzeyinde güçlü telkinlerde bulunabilen süreçlerdir. Düşüncenin tüm bu özelliklerinin yanı sıra sözel olmayan resimsel nitelikleri de vardır. İki gözümüzle gördüğümüz şeyleri tercüme eden birde zihin gözümüz vardır. İki gözümüz gerçek kendini nasıl gösteriyorsa onu öyle algılar. Oysa zihin gözümüz gerçeği kendi istediği gibi resmedebilir. “ “işler göründüğü gibi değil” deyimi bu özelliği ne kadar isabetle açıklıyor değil mi?”

                      Peki olumlu yaşayabilmek için düşüncelerimizi nasıl organize etmeliyiz ? Daha mutlu bir yaşam için olumlu düşünmeyi yaşamımıza nasıl geçirmeliyiz?



                      1. Öncelikle bizi olumsuz duygu haline iten olumsuz düşüncelerimizin farkına varmalıyız. Bunun için bir günce tutup gün içinde aklınızdan geçen olumsuz düşünceleri not edin.

                      2. Eski inanış ve düşünce kalıplarının yerine yeni düşünce kalıbını koymalıyız. Bu yeni bir zihinsel yapının çatısını oluşturur.

                      3. Bitirilmiş resim üzerinde çalışmaya başlayabiliriz. Yani yeni bir yaşam için amaç listesi oluşturabilirsiniz. Bunun içinde olumlu imgeleme tekniğinden yararlanabiliriz. Amaç listesini oluştururken şunlara dikkat etmeliyiz:

                      1) Zihnimize göndereceğimiz mesaj olumlu bir cümleden oluşmalı, geniş ya da şimdiki zamanda kurulmalı. Örneğin “Artık sunum yaparken heyecanlanmayacağım” yerine “Sunum yaparken son derece rahat ve güvenliyim” cümlesi daha uygundur.

                      2) Zihnimizde bir düşüncenin yerleşmesi için en az 21 güne ihtiyacımız var. Bu nedenle yeni düşünceye alışmak için minimum 21 gün geçmesi gerekiyor.

                      3) Olumsuz düşünmek olumsuz olayları mıknatıs gibi üzerimize çeker. Biz buna psikolojide “Kendini gerçekleştiren kehanet” diyoruz. Bu nedenle daha mutlu bir yaşam için olumlu düşünün. Unutmayın, düşündüğünüz her şey yapacağınız her şeyin belirleyicisidir.





                      DÜŞÜNCELERİMİN BAZI TEMEL NOKTALARI







                      · HER BİRİMİZ TÜM YAŞAM DENEYİMLERİMİZDEN YÜZDE YÜZ SORUMLUYUZ.



                      · AKLIMIZDA OLAN HER DÜŞÜNCE GELECEĞİMİZİ YARATMAKTADIR.



                      · HERKES İÇİN EN BÜYÜK MUTSUZLUK “YETERİNCE İYİ DEĞİLİM” DİYE DÜŞÜNMEKTİR.



                      · BU SADECE BİR DÜŞÜNCEDİR VE DÜŞÜNCE DEĞİŞTİRİLEBİLİR.



                      · KENDİMİZİ GERÇEKTEN SEVDİĞİMİZ ZAMAN HAYATIMIZ HER YÖNÜYLE DÜZENE GİRER.



                      · OLUMLU DEĞİŞİMLERİN ANAHTARI ŞİMDİ VE BURADA KENDİMİZİ ONAYLAMAK VE KABUL ETMEKTİR.



                      · BEDENİMİZDE “HASTALIK” DENEN ŞEYİN YARATICISI BİZİZ.



                      · KENDİ HAKKIMIZDA DÜŞÜNDÜKLERİMİZ KENDİ GERÇEKLERİMİZDİR.



                      · HER BİRİMİZ DÜŞÜNCE VE DUYGULARIMIZLA KENDİ YAŞAM DENEYİMLERİMİZİN YARATICISIYIZ.



                      Kaynak : Düşünce Gücüyle Tedavi (Louise Hay )

                      İletişimsizlik Becerisi ( Doç.Dr.A.Kadir Özer)

                      3 Psikolojik Soru (Kadir Özer)

                      %100 Düşünce Gücü (Jack Ensing Addington)

                      Duygusal Gerilimle Baş Edebilme ( Doç.Dr.A.Kadir Özer)



                      ·


                      Yorum yap

                      • #12

                        İÇİmİzdekİ Volkan:Öfke

                        Öfke bir işarettir, hem de önemli bir işaret. Öfkemiz incindiğimizi, haklarımızın ihlal edildiğini, gereksinimlerimizin ya da isteklerimizin doğru şekilde karşılanmadığını ya da sadece, işlerin yolunda gitmediğini gösteren bir ileti olabilir. Öfkemiz yaşamımızdaki önemli bir duygusal sorunu ihmal ettiğimizi gösterebilir. Öfkemiz, başa çıkabileceğimizden çok daha fazlasını yaptığımızı ya da verdiğimizi gösteren bir işaret olabilir. Ya da öfkemiz başkalarının bizim için, kendi gelişimimiz ya da yeterliliğimiz pahasına çok fazla şey yaptıklarına dair bir uyarı olabilir. Tıpkı fiziksel acının elimizi sobadan çekmemizi gerektirdiği gibi acı da benliğimizin bütünlüğünü korur. Öfkemiz bizi, başkalarının hakkımızdaki tanımlama şekline "Hayır" ve kendi benliğimizin isteklerine "Evet" demeye yönlendirebilir.
                        Tanımadığınız, ele almadığınız öfke, içimizdeki bir tohum gibidir ve etkileri pek çok yöne uzanır. Bastırılmış öfke, öfkeyi ilk yaratan durumu sürdürmemize yol açan sistemleri meydana getirir. İşte bu yüzden, azami özgürlüğe giden yolda, bastırılmış öfkemizden haberli olmamız önemli bir adımdır. Şu anki incinmemizle onun kaynağı arasındaki bağlar, kolayca gözden kaçabilir. Acımızın kaynağı yılların ardına kapatılmış da olsa inkar edilemeyecek kadar güçlüdür. İnsanların, çocuklukta karşı çıktıkları durumları yaratacak kişilerle evlenmelerine yalnızca rastlantı deyip geçemeyiz. Yıllar boyu insanların hep aynı çıkmaz sokakları denemelerini, tövbe ettikleri işleri yeniden yapmalarını rastlantı ile açıklamak zordur. Eski davranış kalıplarımızın kaynağını ve gücünü anlamadığımız sürece, bunlarda gerçek bir değişme yapamayız. Öfke her zaman, gerçek veya varsayılan haksızlığa verilen tepkidir. Geçmişimizde ne zaman bize gönderilenin elimize geçmediğini, kandırıldığımızı ya da alış-verişte zararlı çıktığımızı hissettiysek, ne zaman bizden haksız isteklerde bulunulduysa (örneğin hata yapmadığımız halde özür dilememiz istendiyse) pek çok öfke duymuşuzdur. Söyleyeceğimiz bir şey varken susturulduğumuzda, geçerli duygularımız yüzünden cezalandırıldığımızda hep haksız yere cezalandırıldığımızı hissetmişsizdir. Nerede haksızlık varsa orada öfke de vardır. Bu olayların yirmi, otuz, kırk yıl önce gerçekleşmiş olmaları bir şey değiştirmez. Yaşamlarımızı denetim altında tutmayı sürdürürler.

                        Öfkeden Kurtulmak İçin Altı Yetenek

                        Öfkemize takılı yaşamanın bedeli nedir? Şimdi bir insanın mutlu ve başarılı bir iyileşme sürecini yaşaması için kazanması gerekli altı yetenekten söz edelim.
                        Başarılı yaşam için birinci yetenek, yönü veya amaçları (doğru) saptama yeteneğidir. Doğru sözcüğü parantez içinde verilmiştir, çünkü burada sizin için doğru olan kastedilmektedir. Başka birinin sizin için tanımladığı, size uygun gördüğü yöne ve amaçlara doğru hareket etmenin hiçbir yararı yoktur. Sizin yaşamınızı anlamlı ve dolu kılan, ancak kendi yönünüz, kendi hedeflerinizdir. Hedeflerini saptayıp o yönde ilerleyemeyenlerin başarılı ve mutlu yaşamlara kavuşmaları zordur.
                        Başarılı yaşam için gerekli ikinci yetenek de gereksinimimiz olana şeyleri isteme yeteneğidir. İsteyemediğimiz şeyleri elde edemeyiz. Bu durumda elde edeceğimiz tek şey öfke olur. Bundan sonra da ödeşmeye yöneliriz. Böylece isteyememek, elde edememek, öfkelenmek ve ödeşmek kısır döngüsü içinde yaşarız.
                        Üçüncü yetenek hayatın akışına karşı sabırlı olma yeteneğidir. Kin tutan ya da bağımlılığını bir başka bağımlılığa dönüştüren insan sabır gösterme yeteneğine sahip olamaz.
                        Dördüncü yetenek yaşanan anın zevkine varabilme yeteneğidir. Öfke, herhangi bir şeyden zevk almamızı engeller. Depresyon, bastırılmış kin ve aşırı tedirginlik, kaygı üzerinde düşünün. Öfkenin bu yüzleri hayattan zevk almamızı engeller. "Duygularını paylaşmayanlar" kolay mutlu olamazlar. Bağımlılığa sahip insanlar da tam ve dolu dolu yaşamak olanağından uzak kalırlar.
                        Beşinci yetenek affedebilme yeteneğidir. Kendilerini ve başkalarını affedemeyen kişiler pek mutlu ve huzurlu olamazlar. Öfke, kendimizi, yaşamı ve başkalarını affedebilmemizi engeller.
                        Altıncı yetenek yaratıcı bir istekliliğe sahip olma yeteneğidir. Gerçekten mutlu olan insanlar yaşama katkı yaparlar. Çok zaman bir çeşit güzellik yaratırlar. Bu, ihtiyacı olan bir dosta el uzatmak, yalnız birine mektup yazmak ya da gönüllü çalışma yapmak şeklinde olabilir. Şekli ne olursa olsun, yaptığımız, dünyayı bulduğumuzdan daha iyi bırakmaktır. Öfke ise enerjimizi, yaratıcı sevecenliğe olanak bırakmayacak kadar çok tüketir.

                        ÖFKEYLE BAŞETME

                        Daha az yoğun tatsız düşünceleri fark etmeyi ve onlarla ve sonuçlarıyla başa çıkmayı öğrenmek, gereksiz öfkeyi önler. Bundan sonra öfkelendiğinizde, şu soruları düşünün:

                        1-Öfke ile birlikte başka hangi duyguları yaşıyorum? Örneğin:Bir arkadaşınızın, ona olan güveninizi sarstığını farz edin. Büyük olasılıkla, ilkönce kırıldığınızı hissedeceksiniz.

                        2-Öfkelenmeme nasıl yol açıyorum? Mantıksız inançlarım neler? Bunu bana nasıl yapar? Bunu kabul edemem! O bir alçak. Onu tanıyamamışım. Haddini bildireceğim.

                        3-Bu duruma daha mantıklı nasıl yaklaşabilirim? Talep etme, dayanamama, şikayet etme ve suçlama dışında kendime neler söyleyebilirim? Kendinize şunları söyleyebilirsiniz: Ona sır vermemem gerektiği ortada - fakat bu herkesin güvenilmez olduğu anlamına gelmez. Kırıldım, ama buna dayanabilirim - hayatım devam edecek! Belki onu daha iyi tanımam gerekirdi, fakat tanımıyordum. Bir daha ki sefere daha dikkatli olacağım. Onun bazı özelliklerini seviyorum, ama bu sevdiğim özelliklerinden biri değil!

                        4- Olumlu bir bakış açısı seçeneği ne olurdu? Durumdaki olumlu potansiyel nedir? Bir fırsat ya da öğrenilecek bir şey var mı? Olaya mizahi bakış nasıl olurdu? Kendinize şöyle diyebilirsiniz: En azından onunla olan ilişkimin sınırlarını öğrenmiş oldum. Birçok açıdan hoş bir kadın, fakat sır verilecek birisi değil. Veya mizahi açıdan: Şimdi film yıldızları gibi oldum -herkes benden söz ediyor!

                        5-Amacımı nasıl değiştirebilirim? Kontrol etmeye çalışmak benim için ne kadar önemli? Benim kazanmam şart mı, yoksa her ikimizin de kazanacağı bir yol var mı? İntikam almanın sonuçları neler? Haklarımı başka nasıl koruyabilirim?

                        Kaynaklar

                        Larsen, E., Hegarty C. L. (1997). Öfkeden Affetmeye (çev). Ankara: Erek Yayınları.

                        Lerner, H. (1996). Öfke Dansı (çev.). İstanbul: Varlık Yayınları.

                        McKay, G., Dinkmeyer, D. (1998). Ne Hissettiğiniz Kendinize Bağlı (çev.). Ankara: HYB

                        Morganett, R. S. (1990). Skills for Living. Group Counseling Activities For Young Adolescents. Illıonois:Research Press.

                        Özer, A. K. (1994). Öfke, Kaygı ve Depresyon Eğilimlerinin Bilişsel Alt Yapısıyla İlgili Bir Çalışma. Psikoloji Dergisi, 9 (31), 12-25.

                        Özer, A. K. (1994). Sürekli Öfke ve Öfke İfadesi Tarzı Ölçekleri Ön Çalışması. Psikoloji Dergisi, 9 (31), 26-35.

                        Potter-Efron, R. (1997). Her An Öfkeli Misiniz? Öfkenizi Denetim Altında Tutabilmek İçin Bir Kılavuz (çev.). Ankara:HYB


                        Yorum yap

                        • #13

                          ÖZSAYGIYI NASIL GELİŞTİREBİLİRİZ?



                          Bu bölüme belki de öğrencilerin özsaygılarını yükseltmenin önemli olup olmadığı sorusu ile başlamakta yarar vardır. Bunun önemli olduğunu gösteren bulgular gerçekten var mıdır? Bu soruların yanıtını vermenin pek de güç olmadığını belirtmeliyiz. Öğrencilerin özsaygı düzeylerinin, onların hem ruh sağlığı hem de okul başarıları üzerinde etkili olduğunu gösteren pek çok araştırına bulgusu vardır. Bu bulguları bir an için bir yana bırakıp öğretmenlerin kendi gözlemlerine başvursaydık, herhalde pek çok öğretmen başarılı öğrencilerinin genellikle kendilerine daha çok güvenen, kendilerine daha çok güvenen öğrencilerinin de daha başarılı öğrenciler olduklarını söyleyeceklerdi. Kuşkusuz kendilerinden hoşnut olan ve kendilerini değerli gören öğrencilerin, kendilerinden hoşnut olmayan ve kendilerini değerli görmeyen öğrencilerden daha başarılı olacakları açıktır.

                          Gözlemler böyle olmakla birlikte, bunun böyle olduğunun bilimsel kanıtları var mıdır diye sorulabilir. Gerçekten de öğrencilerin özsaygı düzeyleri ile akademik başarıları arasındaki pozitif ilişkinin olduğunu gösteren pek çok araştırmaya gerek yerli gerekse yabancı literatürde rastlamak mümkündür (Baymur ve Ark., 1977; Lawrence, 1981; Arseven, 1986; Cun, 1986; Skaalvik ve Aagtvet, 1990; Liu, Kaplan ve Risser, 1992; Pişkin, 1996).

                          Bulgular öğretmenlerin temel görevleri olan bilgi aktarma ve öğretme görevlerini yerine getirirken öğrencilerinin özsaygılarını da bir miktar dikkate aldıkları takdirde daha etkili öğretebildiklerini göstermektedir. Benzeri biçimde öğrencilerin özsaygılarını yükseltme çabası içine girdiklerinde, onların daha kolay öğrenmelerini de sağlamaktadırlar.

                          Amerika Birleşik Devletleri’nde öğretmenler üzerine yapılan bir araştırmada öğrencilerine genellikle olumlu tepkiler veren öğretmenler ile genellikle olumsuz tepkiler veren iki grup öğretmen karşılaştırılmıştır. Her ne kadar bu iki gruba giren öğretmenlerin tamamı da kendilerini iyi birer öğretmen ve izledikleri yöntemin en iyi yöntem olduğunu ileri sürüyorlarsa da, araştırma bulguları ilk gruba giren öğretmenlerin öğrencilerinin disiplin problemlerini daha kolay çözdüklerini, öğrencilerini daha uyumlu hale getirdiklerini, özsaygı düzeylerinin daha yüksek olduğun ve okul başarılarının daha yüksek olduğunu göstermektedir (Lawrence, 1988). Bu araştırmanın bulguları, öğrencilerin özsaygı düzeylerinin yükselmesinin onların öğrenme sorunlarıyla baş edebilme kapasitelerinin de yükselmesini sağladığına. işaret etmektedir.

                          Kuşkusuz öğretmenler öğrencilerinin özsaygılarını yükseltme etkinliklerine karar verdiklerinde karşılarına çıkabilecek en önemli sorunlardan biri bu etkinliklerin organizasyonudur. Her ne kadar profesyonel elemanlar olan rehber öğretmenler psikolojik danışma ve drama yoluyla öğrencilerin özsaygılarını yapılandırılmış etkinliklerle yükseltme çalışmaları yapabilirlerse de, unutulmamalıdır ki, bu tür yapılandırılmış programlara her öğrencinin gereksinimi olmayabilir. Dolayısıyla burada esas üzerinde duracağımız konu bu konuda öğretmenlerin ne yapabilecekleridir. Öğretmenler tarafından yürütülecek özsaygı yükseltme çalışmaları öğretim süreçleri ile kaynaştırılabilir ve bütün öğrenciler bu etkinliklerden yararlanabilirler.



                          Öğretim Yoluyla Özsaygıyı Geliştirme


                          Öğrencilerin özsaygıları ile akademik başarıları arasındaki ilişkiye işaret eden pek çok araştırmaya rastlamakla birlikte özsaygı denen bu önemli kişilik değişkeninin nasıl geliştirilebileceği konusunda önerilerde bulunan çok az çalışmaya rastlamaktayız. Bu nedenle bu yazının bundan sonraki bölümlerinde öğretmenlerimizin öğrencilerinin özsaygılarını nasıl yükseltebilecekleri, bu konuda neler yapabilecekleri konusu üzerinde durulacak ve bir takım önerilere yer verilecektir.

                          Öğrencilerin özsaygılarını psikolojik danışma ya da drama yoluyla yükseltmek mümkündür. Ancak bu tür etkinlikler bu konuda uzmanlaşmış olmayı gerektirir. Eğitim sistemimizde bu tür çalışmaları, okul rehberlik servislerinin başındaki profesyonel elemanlar olan rehber öğretmenlerden bu konuda bilgi ve beceriye sahip olanların yapması gerekir.

                          Ancak öğrencilerin özsaygı düzeylerini geliştirmenin tek yolu psikolojik danışma ya da drama değildir. Öğretmenler de öğretim teknikleri ve öğrencileriyle olan ilişkileri yoluyla onların özsaygılarını geliştirebilirler. Öğrencileriyle yakın ve sıcak ilişkiler kuran, onların özsaygılarını geliştiren öğretmenler böylece öğrencilerinin daha etkili öğrenmelerini de sağlayabilirler.

                          Öğrencilerin, statü sahibi ve kendileriyle yakın ilişkiler kurabilen bireylerin tutum ve davranışlarından etkilendikleri bilinmektedir. Ülkemizde öğretmenlerin öğrencilerin gözünde saygın bir yeri olduğunu, ancak gereksinim duyulan sıcak ve yakın ilişkinin çoğu zaman kurulamadığını görmekteyiz. Dolayısıyla öğrencilerin gözünde belli bir yeri ve saygınlığı olan öğretmenlerin öğrencilerinin özsaygı düzeyini geliştirebilmeleri için öncelikle onlarla sıcak ve yakın ilişkiler kurmaları gereklidir. Unutulmamalıdır ki, öğrencilerin özsaygılarının gelişimi ancak kaliteli. bir öğretmen - öğrenci etkileşiminden geçer.



                          Kaliteli Bir Öğretmen-Öğrenci Etkileşiminde Olması Gerekenler


                          Öğretmenlerin, öğrencilerinin özsaygı düzeylerini yükseltebilmeleri hiç değilse varolan özsaygı düzeylerini düşürmemeleri için onlara yakın olmaları ve onlarla sıcak bir ilişki kurmaları gereklidir. Kuşkusuz kendilerine sıcak davranan bir öğretmen öğrenciler tarafından her zaman sevilir. Ancak unutulmamalıdır ki, öğretmen tarafından kurulan sıcak bir ilişki öğrenciler tarafından sevilmenin ötesinde anlamlar taşır. İnsancıl yaklaşımın önde gelen isimlerinden Carl Rogers’ın etkili bir yardım ilişkisi için önerdiği kişisel özellikler, aslında bu sıcak ilişki ve etkileşimin kurulabilmesine temel teşkil eden kişilik özellikleridir. Rogers bu özellikleri şöyle sıralamaktadır : Kabul, İçten olma ve empati.



                          Kabul


                          Burada kabul teriminden kastedilen şey, öğrencinin kişiliğini yargılamadan ve eleştirmeden olduğu gibi kabul etmek ve ona saygı duymaktır. Yanlış bir davranışta bulunan bir öğrencinin öğretmeni tarafından yargılanmaması ve eleştirilmemesi gerektiğini söylemek pek çok kişiye ters ve tuhaf gelebilir. Burada kastedilen şey, öğrencinin yanlış davranışının değil, kişiliğinin doğrudan hedef alınıp eleştirilmemesidir. Davranış yanlış bile olsa o bireyin kabul edilmesidir. Yani kabul edilen şey, yanlış yapılan davranış değil, öğrencinin kişiliğidir. Eleştirilen ise onun kişiliği değil, yanlış davranışları olmalıdır. Böyle davranmakla, bir yandan öğrencinin yanlış davranışını onaylamadığımızı ona bildirirken, aynı zamanda onun kendisini değersiz hissetmesine yol açmaktan kaçınmış oluruz. Örneğin “yaramazlık yapmandan hoşlanmıyorum” demek “senden hoşlanmıyorum” demekten daha yararlıdır. Çünkü birinci ifade kızgınlıkla söylenmiş bile olsa, öğrencinin kişiliğini ikinci ifadede olduğu kadar doğrudan tehdit etmemektedir. Oysa ikinci ifade doğrudan öğrencinin kişiliğini eleştirel bir tarzda söylenmektedir ve iletişimi tehdit edici niteliktedir. Dolayısıyla öğretmenler öğrencileri tarafından sergilenen davranışları onaylamasalar, bu. davranışları eleştirseler bile bir birey olarak onlara saygı duymaya devam etmelidirler. Bu onlarla kurulacak sağlıklı bir iletişim kadar onların özsaygılarını korumaları için de gereklidir.

                          İçtenlik

                          İçten olma ya da. Mevlana’nın dediği gibi “olduğu gibi görünme” sanıldığı kadar kolay değildir. Bireyin diğer insanlarla olan ilişki ve etkileşimlerinde doğal olması, savunucu tutumlar sergilememesini gerektirir. Bir başka ifadeyle, bir takım maskeler takıp kendim.izi olduğumuzdan farklı göstermemeyi, yani içinde yaşadığımız toplumun genel kabul gören değerlerinden etkilenip kişiliğimizi sinsice gizlemek yerine gerçek kişiliğimizi ortaya koymayı, kendimiz olmayı gerektirir.

                          Böyle davranabilmek için kuşkusuz bireyin kendine olan özsaygısının yüksek olması gerekir. Çünkü ancak böyle olunca birey gerçek kimliğini ve kişiliğini başkaları tarafından onaylanma ya da dışlanma ve reddedilme kaygı ve korkusu yaşamadan ortaya koyabilir. Kuşkusuz sevilme ve onaylanma gereksinimi içinde olan bir birey yeterince sevildiği ya da onaylandığı konusunda kendisinden kuşku duyarsa yeterince içten davranamaz.

                          Görüldüğü gibi, içten olabilmek için bireyin kültürel fenomenlere karşı kendi biricikliğini koruyabilmesi ve kendini olduğu gibi kabul edebilmesi gerekir. Ayrıca yeterince içten davranabilmek, elde edilen başarılar kadar başarısızLıkların da her zaman olabileceğini kabul etmeyi gerektirir.



                          Empati


                          Empati temelde bir kimsenin diğer bir kişinin duygularını ve hislerini yakalaması, farkına varması ve anlaması anlamına gelir. Bu anlamda empatik beceri, bireyin kendisini diğer bireyin yerine koyarak, tıpkı onun gibi yaşaması ve bir ayna gibi karşısındaki kişiye yansıtması ve iletmesi anlamına gelir. Dolayısıyla empatik yaşantı, söz konusu spesifik duygunun diğer bireyle birlikte paylaşılmasıdır. Kuşkusuz tıpkı diğer özellik ve beceriler gibi bir kişilik özelliği olan empati de her insanda farklı düzeyde bulunur. Bazı insanlar bu beceriye daha ileri düzeyde sahipken, bazıları daha az düzeyde sahip olabilir. Fakat belli bir çaba ve eğitim yoluyla herkes iletişim için gerekli olan bu önemli beceriyi hiç değilse bir miktar yükseltebilir.

                          Bu beceriyi geliştirmenin yollarından biri, bizimle konuşan bireyin sözcüklerinin arkasında bulunan duyguları yakalamaya çalışmaktır. İnsanlar genellikle söylenenlere yani sözel olarak iletilen mesajlara o kadar odaklaşırlar ki, çoğa zaman sözcüklerin arkasında yatan duygular arka plana itilir ve hatta bazen tamamen gözden kaçırılır. Böylece iletişim, gerçek duygusal içerik anlaşılmadığından başarısız bir biçimde devam eder.

                          Öğrenciler, öğretmenlerinin kendini onların yerine koyup onların neler hissettiklerini anlamaya çalıştığını fark ettiklerinde, yani öğretmenlerinin empatik becerisini fark ettiklerinde büyük bir olasılıkla kendilerini öğretmenlerine daha yakın hisseder, ona güvenir; onu sever ve hatta ondan etkilenirler. Nitekim Rogers (1975) öğretmenlerin empatik olma düzeyi ile öğrencilerin akademik başarı düzeyleri arasında olumlu bir ilişkinin varlığını saptamıştır. Basitçe ifade edilecek olursa, öğrenciler öğretmenlerinin kendilerini anlamaya çalıştığını, onları sevdiğini fark edince hem öğretmenlerini daha çok sevmekte hem de okul başarılarında bir artış olmaktadır.

                          Lawrence (1988) burada öğretmenlerin empatik olma ile özdeşleşme kavramlarını birbirine karıştırmamaları gerektiğinin altını çizmektedir. Empati bir bireyin başka bir bireyin duygularını anlamak iken, özdeşleşme diğer bir insan gibi hissetme ve onun gibi davranmadır. Öğrencilerine empatik yaklaşım sergileyen bir öğretmen, bir yandan öğrencilerinin duygularını anlamaya çalışıp onlara gerekli duyarlılığı gösterirken, aynı zamanda kendisi gibi davranır. Yani öğretmenlik rolünü oynamayı sürdürür. Sınıfın yönetiminde söz sahibi ve sorumluluk sahibi olmaya devam eder. Oysa öğrencileriyle özdeşleşen bir öğretmen, adeta öğrencilerden birisi gibi olur. Otoritesini terk eder ve bir öğrenci gibi davranır. Özsaygıları yüksek ancak yeterince olgun ve deneyimli olmayan öğretmenler, öğrencilerin dünyasını anlama çabası içine girdiklerinde onlarla özdeşleşme, onlar gibi olma ve hatta otoritelerini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirler. Dolayısıyla genç ve deneyimsiz öğretmenlerin bu duruma karşı uyanık olmalarında yarar vardır.

                          Kuşkusuz bir öğretmen için empatik iletişimi sürdürmek her zaman kolay değildir. Özellikle de öğrenci sayısının kalabalık olduğu sınıflarda her bir öğrencinin duygularına kulak verememe tehlikesi her zaman mevcuttur. Hatta bazen öğrenciler tarafından dile getirilen sözlü mesajları bile dinlemek güçleşebilir. Empatik iletişim için tehlike arz eden durumlar sınıf ortamında çok çeşitli nedenlerle ve çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Bazen bir öğrencinin dediklerini anlamaya çalışırken, diğer öğrencilerin oluşturduğu gürültü, bir yandan dikkati çekmek isteyen başka bir öğrencinin çabaları vs. Bu nedenle empatik iletişim kurma çabasında olan bir öğretmenin her türlü engellemeye karşı uyanık ve sabırlı olması gerekir. Unutulmamalıdır ki, iletişim halindeki bir öğrenciye sırt çevirme kadar hiç bir şey bu öğrencinin özsaygısını düşüremez.

                          ÖZSAYGI VE İLETİŞİM


                          Sözsüz İletişimin Gücü
                          Öğretmenlerin kişilik özelliklerinin öğrencilerin özsaygıları üzerinde etkili olduğundan söz edilmişti. Ancak öğrencilerin özsaygıları üzerinde etkili olan bu özelliklerin dışında da bir takım faktörler vardır. Bunlardan birisi öğretmenlerin öğrencileriyle olan iletişimlerinde sergileyecekleri sözel olmayan davranışlardır ve öğrencilerin özsaygıları üzerinde tahmin edilenin üzerinde etkilidir. Özellikle çocuklar için sözel olmayan ipuçları oldukça önemlidir. Çocukların sözel olmayan ipuçlarına gösterdikleri duyarlılığın aksine, yetişkinler çoğu kez kendilerini iletişimde sözel olmayan bu ipuçlarına tamamen kapatabilmektedirler. Jestler, mimikler, baş ve yüz hareketleri, vücudun duruşu, göz kontağı, sesin tonu ve hızı, konuşma anındaki duraklamalar hep iletişim anında çeşitli mesajlar sunarlar (Danish, D’Augelli ve Hauber, 1994 ; Pişkin ve Öner, 1999).

                          Sözcüklerle dile getirilen ifadeler daha objektif bir karaktere sahip olmakla birlikte, sözel olmayan mesajlarla kolayca manipule edilebilirler. Oysa sözel olmayan davranışlarımız daha sübjektif ve daha. içgüdüsel olduklarından pek de kolay manipule edilemezler. Bu nedenledir ki, bazen saklamak istediğimiz duygularımızı sözel olmayan davranışlarımız ele verirler. Özellikle de sözel olmayan davranışlara karşı duyarlı olan bireyler bu ipuçlarını kolayca değerlendirebilirler. Örneğin kendisinden nefret ettiğimiz bir bireye karşı olan olumsuz duygularımızı gizlemeye çalışsak bile, sözcüklerimiz özellikle de sözsüz iletişimde duyarlılığı olan bireylere pek de inandırıcı gelmeyebilir. Örneğin kendisini gerçekte kıskandığımız bir bireyi ne kadar çok sevdiğimizi söylesek de, gerçekte o bireyle olan iletişimizde kullandığımız sözsüz iletişim tam tersini söyleyebilir.

                          Gözlemler ve araştırma bulguları, sözlü ve sözsüz iletişim arasında bir tutarsızlık olduğunda, bireylerin genellikle sözsüz iletişim yoluyla verilen mesajları dikkate aldıklarını göstermektedir. Bu nedenle öğretmenlerin öğrencilerine verdikleri mesajların içtenlik ve samimiyet derecesini kontrol etmeleri gereklidir. Aksi takdirde verilen sözel mesajların öğrenciler üzerinde pek de bir etkisinin olamayacağı açıktır.

                          Ancak burada akla hemen şu soru gelebilir : Öğretmen yaramazlık yapan, disiplinsiz davranan ya da onaylanmayacak yanlış bir davranışta bulunan bir öğrencisinin bu davranışını, özsaygısı düşmesin diye görmezden mi gelmelidir? Yoksa onunla bu konuyu onu kabul ederek, ona saygı duyduğunu göstererek konuşmalı mıdır? Birinci şıkkı izleyen, yani öğrencisinin özsaygısını düşürmemek adına bu davranışı görmezden gelen bir öğretmenin, aslında öğrencisinin yanlış davranışıyla yüzleşmesini engellediğini söyleyebiliriz. Böyle bir tavır, davranışın öğretmen tarafından eleştirilmediğini gören öğrencinin bu davranışı daha sonraki zamanlarda da tekrarlama olasılığı olduğundan yanlıştır. İkinci şıkkın izlenmesi temelde uygun bir yaklaşımdır. Ancak burada da öğretmen öğrencisini kabul ettiğini, onu sevdiğini fakat davranışını onaylamadığını sözcükleriyle iletse bile, sözel olmayan davranışları öğrencisine aslında kızgın olduğu konusunda onu ele vermez mi? Böyle bir durumla karşı karşıya kalan, yani sözel ve sözel olmayan tepkileri arasında tutarsızlık olan bir öğretmenin, öğrencisinin davranışını onaylamasa bile öğrencisini kabul etmesini ve ona saygı duymasını engelleyen şeyin neler olduğu konusunda kendisini sorgulaması gerekir.



                          Sözel İletişim


                          Sözel mesajlar bireylerin özsaygı düzeylerini düşürebileceği gibi yükselte de bilir. Gözlemler öğretmenlerin öğrencilerine karşı sınıfta kullandıkları sözcük ve deyimlerin türü itibariyle iki kategoriye ayrılabileceğini göstermektedir.







                          Kullanılan bu deyim ve sözcüklerin bir bölümü güdüleyici, moral verici, öğrencilerin hoşuna gidici ve onlara değer verildiğini gösteren kavramlardır. Diğer bölümü ise suçlayıcı, küçük düşürücü, mahcup edici, yargılayıcı ve genellikle birinci gruptaki sözcük ve deyimlerin tersine kaygı yaratıcıdır. Batı’da yapılan araştırmalar genellikle birinci gruba giren deyim ve sözcükleri ağırlıklı olarak kullanan öğretmenlerin sınıfındaki öğrencilerin gerek özsaygı gerekse akademik başarı derecelerinin, ikinci gruptakilerden daha yüksek olduğunu göstermektedir (Lawrence, 1988).

                          Bir öğretmenin öğrencisine “Aferin, sınav kağıdını çok iyi buldum” demesi büyük olasılıkla o öğrencinin özsaygısını olumlu yönde etkilerken, “sınav performansın daha iyi olabilirdi, bu sonucu senden beklemiyordum” demek büyük olasılıkla aynı öğrencinin özsaygısını olumsuz etkileyecektir. Kuşkusuz sözcüklerle iletilen bu mesajların öğrencilerin özsaygıları üzerindeki esas etkisi, ancak bu mesajlara eşlik eden sözsüz davranışlarla birlikte anlam kazanır. Sözel mesajların veriliş biçiminin öğrencilerin özsaygıları üzerinde oldukça etkili olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle öğretmenler sözcüklerle ilettikleri mesajları, olumsuz ifadeler yerine daha çok olumlu formlar kullanarak vermelidirler. Aksi takdirde aynı mesajlar öğrencilerin özsaygı düzeylerini yükseltebilecek nitelikte olabilecekken tam tersi de olabilir.

                          Yapılan bütün bu açıklamalardan öğrencilerin asla suçlanamayacakları ya da hiç bir şekilde cezalandırılamayacakları anlamı çıkarılmamalıdır. Kuşkusuz özsaygıyı yükseltmek demek öğrencinin tembelliğini, derslerine çalışmamasını ya da disiplinsiz davranışlarını görmezlikten gelmek anlamına gelmez. Başarısız bir öğrenciyi öğretmen ne kadar pohpohlarsa pohpohlasın, başarısızlığını sanki başarılıymış gibi göstermeye çalışırsa çalışsın bu pek de bir işe yaramayacaktır. Çünkü okul gibi notların esas alındığı ve insanların başarılarına göre derecelendiği bir ortamda, öğrenci zaten bir şekilde kendi performansını diğer öğrencilerinkiyle karşılaştırarak kendine ilişkin gerçek bir algıya sahip olacaktır. Ülkemizde özellikle ilköğretim düzeyinde zaman zaman aynı sınıfta yer alan öğrenciler performans düzeylerine göre gruplara ayrılmaktadır. Öğrencileri başarı düzeyleri açısından gruplara ayırırken ne kadar profesyonel davranırsa da, yani bu grupların aslında başarı düzeyleri dikkate alınarak yapılan bir gruplama olmadığı hissi öğrencilere verilmeye çalışılsa da eninde sonunda öğrenciler bu grupların aslında başarı yönünden yapılan gruplamalar olduğunu fark etmektedirler.

                          Burada esas itibariyle vurgulanmak istenen şey, öğrencilerin sahte benlik kavramlarına değil, gerçek benlik algılarına sahip olmalarının önemidir. Bu nedenle öğrenciler kendilerini ve sahip oldukları özelliklerini abartmadan, olduğu gibi kabul etmeleri yönünde teşvik edilmelidirler. Öğretmenler tarafından zaman zaman yapılan eleştiri ve suçlamalar, kabul edici, değer verici, koruyucu ve güven verici bir ortamda yapıldıklarında zaten öğrencilerin özsaygılarını zedeleme riski taşımazlar. Ayrıca, öğretmenler tarafından yapılacak övgülerin, onların notlarından ziyade sergiledikleri çaba ve davranışlara dönük olmasının gerektiği de unutulmamalıdır. Belki burada yarışmacı bir ortamın zararlı olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir. Bu soruya verilecek yanıt, eğer bu yarış öğrencide aşırı kaygı yaratıyor ise, böyle bir atmosferin o öğrencinin özsaygısı açısından zararlı olduğudur.



                          Öğretmen Beklentilerinin Etkisi


                          Öğretmen - öğrenci ilişkilerinin üzerinde sıkça durulan boyutlarından birisi de “beklenti etkisi”dir. Bu kavrama göre öğrenciler, öğretmenlerinin onlara ilişkin algılarından etkilenmekte ve kendilerini bu beklentilere göre ayarlamaktadırlar. İngiliz eğitim psikoloğu Hargreaves (1972) öğretmenlerin genellikle kafalarında bir “ideal öğrenci tipi”nin olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre öğretmenler bu ideal tipe uymayan öğrencilerin pek de başarılı olamayacakları inancındadırlar.

                          Bulgular öğretmenlerin öğrencileri kendi beklentileri doğrultusunda davranma konusunda etkileyebildiklerini, ancak bu durumun öğretmen ve öğrenci arasında sıcak bir ilişkinin olması durumunda geçerli olduğunu göstermektedir. Yoksa öğretmen beklentileri ile öğrenci algıları arasında taban tabana bir zıtlığın olduğu durumlarda, gözlemler öğrencilerin genellikle öğretmen beklentilerini pek de dikkate almadıklarını, kendi algılarına göre davrandıklarını göstermektedir. Görülüyor ki, öğretmen beklentileri her durumda etkili olamamaktadır. Her şeye rağmen öğretmenlerin bu etkinin varlığını hesaba katmalarında ve ortaya çıkma olasılığına karşı uyanık olmalarında yarar vardır.



                          Günlük Temasın Önemi


                          Sınıf ortamının öğrencilerin özsaygılarını etkileyebilecek pek çok boyutu olmasına karşın, araştırmalar öğretmenlerin öğrencileriyle olan günlük temas ve iletişimlerinin en etkili faktör olduğunu ortaya koymaktadır (Lawrence, 1988).

                          Buradan çıkarılacak sonuç, öğretmenlerin her derste sınıflarında bulunan her bir öğrenci ile hiç değilse belli düzeyde kişisel bir ilişki kurmalarının, en azından böyle bir çaba içinde olmalarının önemidir. Bu günlük temas bazen bir hal hatır sorma, bazen de bir iki sözcükten ibaret bir güdüleyici, bazen ise bir gülümseme bile olabilir. Kuşkusuz her gün her öğrenci ile bir miktar ilgilenmek daha çok ilköğretim düzeyinde olanaklıdır. Öğrencilerini ancak haftada bir veya iki defa gören bir lise öğretmeninin her öğrencisiyle bir miktar ilgilenmesi her zaman mümkün olmayabilir.

                          Her şeye rağmen her öğretmenin dikkat etmesi gereken noktalardan biri, her öğrencisini kişisel olarak tanıması ve isimlerini öğrenir öğrenmez onlara üçüncü tekil şahıs bir hitap tarzıyla seslenmek yerine isimleriyle hitap etmesidir. Kuşkusuz öğretmenlerin günlük temas yoluyla öğrencilerine olan ilgilerini göstermeleri, öğrencilerin özel yaşamlarını kurcalamak ve kişisel sorularla onları rahatsız etmek demek değildir. Bir öğretmen gerektiğinde ilgisini öğrencisinin özel yaşamına, ev ve aile ortamının detaylarına kadar uzatabilir. Ancak böyle bir durumun öğrencinin kendisini rahat hissedebileceği güven verici bir ilişkinin kurulmasında sonra olabileceği unutulmamalıdır.

                          Görüldüğü gibi öğretmenler öğrencilerinin özsaygılarını yapılandırılmış ve sistematize edilmiş özsaygı yükseltme programlarına başvurmadan da yükseltebilirler. Rehberlik ilkelerini benimsemiş bir öğretmen, öğrencileriyle olan ilişkileri aracılığıyla öğretim fonksiyonunu icra ederken aynı zamanda onların özsaygılarını da yükseltebilir. Kuşkusuz özsaygı düzeyinin düşük olduğu saptanan ya da başka davranış bozuklukları da sergileyen öğrencilerin durumu öğretmenin yeterlik sınırını aştığından, bu tür öğrencilerin okul rehberlik servisine gönderilip profesyonel yardım almaları gerekir. Ama her şeye rağmen öğretmenler rehberlik saatlerinde yapacakları bir takım etkinliklerle öğrencilerinin özsaygılarını yükseltmelerinde onlara yardımcı olabilirler.





                          SINIF ETKİNLİKLERİ


                          Önceki bölümde çağdaş rehberlik ilkelerini benimsemiş sınıf öğretmenlerinin sergileyecekleri uygun tutum ve tavırlar ile öğrencilerinin özsaygılarını yükseltebilecekleri üzerinde durulmuştu. Kuşkusuz öğretmenler rehberlik saatlerinde uygulayacakları bir takım sınıf etkinlikleri aracılığıyla da öğrencilerinin özsaygı düzeylerini geliştirebilirler. Bu etkiliklerin neler olduğuna değinmeden önce, bu etkinliklerinin gerisindeki temel amaçlardan bir miktar söz etmek yararlı olabilir.

                          Özsaygı yükseltme etkinliklerinin amaçlarından biri, öğrencilerin bazen cezalandırılma korkusu bazen de suçluluk duyguları nedeniyle ifade edemedikleri, dile getiremedikleri duygularını serbestçe dile getirebilmelerini sağlamaktır. Unutulmamalıdır ki, düşük özsaygı düzeyine sahip bireylerin en tipik özelliklerinden biri, duygularını açık ve serbestçe dile getirememeleridir. Bu bireyler çoğu kez gerçek duygularını dile getirdiklerinde onaylanmayacakları ya da reddedilecekleri korkusu yaşarlar.

                          Yine özsaygı düzeyi düşük bireyler, genellikle gerçek kişiliklerini korkusuzca ortaya koymanın başkaları tarafından dışlanma riskini de beraberinde getirdiği inancındadırlar. Sınıf etkinlikleri ile öğrenciler, duygularının diğer bireyler tarafından da kabul edilebileceğini yavaş yavaş öğrenme şansı elde ederler. Hatta yaşadıkları duyguların sınıfın diğer bireyleri tarafından da yaşandığını görmek onlara güven ve cesaret verebilir. Yine duygularını ortaya koymaktan korkan tek kişinin kendileri olmadığını da bu etkinlikler yoluyla keşfeden öğrenciler, kendilerini daha iyi hissedebilir ve bu geçirilen bu yaşantılar bireyin özsaygı düzeyinde bir yükselmeye neden olabilir. Ayrıca öğrenciler bazı durumlarda insanların çoğunun aynı duyguları paylaşmalarına karşın, zaman zaman her insanın farklı duygusal tepkiler de verebileceğini öğrenirler. Nasıl her insan bir diğerinden bir miktar farklı ise, aynı olay karşısında bireylerin farklı duygusal tepkiler de verebilecekleri, dolayısıyla her insanın aslında kendine özgü ve biricik olduğunu fark ederler. Böylece kendisini diğerlerinden ayıran özellikleri olduğunu, gerektiğinde farklı tepkiler de verebileceğini, bu durumun tamamen normal olduğunu ve korkacak bir yanının olmadığını öğrenirler. Kendine güven duygusu geliştiren bireyin özsaygı düzeyinin de yükseleceği kaçınılmazdır.

                          Özsaygısı düşük bireylerin bir diğer temel özelliği de kendilerinden pek de hoşnut olmamaları ve kendilerini genellikle olumsuz sıfatlarla tanımlayıp, değersiz bulmalarıdır. Bu tür bireyler için başkalarından kendileri hakkında olumlu sözler duymak oldukça önemlidir. Bu nedenle bu tür etkinliklerin bir diğer önemli amacı da, özsaygı düzeyi düşük bireylerin bu etkinlikler aracılığıyla olumlu geribildirimler almalarına ortam oluşturmasıdır. Diğer insanlardan kendilerine için güzel sözler işiten özsaygı düzeyi düşük bireylerin bu sayede kendilerini daha olumlu algılayacakları unutulmamalıdır.

                          Özsaygısı düşük bireylerin bir diğer temel özelliğini de risk almaktan kaçınmalarıdır. Bu tür bireyler günlük yaşamlarında kolay kolay risk alamazlar. Risk alamama bazen kişiliğin ortaya konamaması biçiminde psikolojik bazen ise fiziksel olabilmektedir. Bu nedenle sınıf ortamında özsaygı geliştirme etkinliklerinin bir diğer amacı da, bu öğrencilere risk alma olanakları sunmasıdır. Risk taşıma kaygısı ve kendine güven eksikliği çoğu zaman bireyleri karar verme güçlüğü içine sokabilmektedir. Araştırma bulguları güven veren bir grup ortamında öğrencilerin kolayca risk alabildiklere işaret etmektedir.

                          Kuşkusuz öğrencilerin özsaygılarını yükseltmek amacıyla sınıfta yapılacak etkinliklerin seçiminde öğrencilerin yaş ve olgunluk düzeylerinin rolü büyüktür. Etkinliklerin seçiminde sınıfın büyüklüğünün de önemli bir faktör olduğu unutulmamalıdır. Etkin bir sınıf çalışması yapmak için bu sayının 30’u geçmemesinde yarar vardır. Planlanmış programlar dahilinde haftanın belli günü ve saatlerinde bu egzersizlerin sürdürülmesi genellikle önerilir. Yapılandırılmış bir özsaygı yükseltme programının şu dört temel konuyu içeriyor olması ve verilen sırayı izlemesi önemlidir.

                          l. Güven oluşturma etkinlikleri.

                          2. Duyguları açığa vurma dile getirme etkinlikleri.

                          3. Olumlu geribildirim verme ve alma ekinlikleri

                          4. Risk alma etkinlikleri.

                          Lawrence (1988) genellikle bu konu başlıklarının bir sıra dahilinde izlenmesinin önemli olduğunu ve normal koşullarda on oturumdan oluşmasını önermektedir. Kuşkusuz bu on oturumun ne kadar zamanını hangi tür etkinliklere ayırmak gerektiğine öğretmenin belirlemesinin ve kararlaştırma sürecinde sınıfın gelişim hızı ve düzeyinin de bu kararda önemli olduğunun altını çizmek gerekir.

                          Burada yer alan örnek etkinliklerinin yararlı olacağı umulmaktadır. Ancak öğretmenler zaman içinde deneyimleri arttıkça kendi özgün etkinliklerini de rahatlıkla üretebilir ve uygulayabilirler.







                          Öğretmenlerin Kendi Özsaygıları


                          Özsaygı düzeyi yüksek öğretmenlerin özsaygı düzeyi yüksek öğrenciler yetiştireceği beklenir. Literatürde kendilerini olumlu sıfatlarla değerlendiren yani benlik kavramları olumlu olan ve özsaygı düzeyleri yüksek oları bireylerin, diğer insanlara ilişkin tutumlarının da genellikle olumlu olduğunu gösteren araştırma bulguları vardır (Burns, 1982). Boradan çıkarılacak sonuç, öğretmen özelliklerinin çocukların özsaygıları üzerinde etkili olduğudur. Bulgular ayrıca, özgüven ve özsaygı düzeyleri düşük olan öğretmenlerin, öğrencilerine de yeterince ilgi ve alaka gösteremediklerine ve öğrencilerinin özsaygılarını yükseltme çalışmalarında etkili olamadıklarına işaret etmektedir. Öyleyse öğrencilerine yardım etmeden önce öğretmenlerin kendilerini gözden geçirmeleri ve her şeyden önce kendi özsaygılarını yükseltmeleri gerekir.

                          Bilindiği gibi çağdaş öğretmenin rolü sadece öğrencilerine üretilmiş bilgileri aktarmak değildir. Bu asli görevlerini yerine getirirken ayın zamanda öğrencilerinin sosyal ve kişilik gelişimlerine de katkıda. bulunabilecek etkinliklere zaman ayırmaları gerekir. Kuşkusuz bir öğretmenin öğrencilerini olduğu gibi kabul edebilmesi, onlara saygı duyabilmesi, içten ve samimi davranabilmesi, onları anlamaya çalışabilmesi, onların düşüncelerine ve duygularına saygı duyabilmesi, onların kendilerini baskı altında hissetmeden duygu ve düşüncelerini dile getirme fırsatı verebilmesi için öğretmenlerin kendilerinin özsaygı düzeylerinin yüksek olması gerekir. Öğretmenler ancak böyle özellikler sergiledikleri oranda öğrencilerine model olabilir. Ancak bu şekilde öğrencileri kendileriyle özdeşleşebilir ve onların özsaygı düzeylerinin gelişmesine katkıda bulunabilirler.

                          Kuşkusuz olumlu bir benlik algısına ve yüksek bir özsaygı düzeyine sahip olmayı herkes ister. Ancak bir şeyin isteniyor olması tek başına yeterli değildir. Her ne kadar pozitif düşünmek istenen bir durum ise de bir takım ilke ve teknikleri izlemeden sonuç almak pek mümkün değildir.

                          Yapılması gerekenlerin başında, belki de benlik kavramının teorik yapısını, özsaygının nasıl işlediğini ve arkasındaki mekanizmaların neler olduğunu bir miktar bilmek gerekir.

                          İkinci olarak, bir insana psikolojik anlamda yardım edebilmek için önce kendi ruhsal yapımızı sağlıklı hale getirmemizin gerektiğini bilmemiz gerekir. Bir başka ifade ile, işe kendimizden başlamamız gerektiğinin bilincinde olmak gerekir.

                          Üçüncü olarak, ne kadar güç olursa olsun, insanın kendisini değiştirebileceğini ve bu potansiyele sahip olduğuna inanması gerekir. Bunun anlamı, ne kadar olumsuz bir özgeçmişimiz ya da dezavantajlı konumumuz olursa olsun potansiyel olarak kendimizi daha iyiye daha güzele götürebilme ve kendimizi değiştirebilme şansımızın olduğuna inanmaktır. Bu bir anlamda insanoğlunun kendi kaderinin hiç değilse bir miktar kendi elinde olduğuna inanmak demektir.

                          Son olarak da, bireyin olumlu ve olumsuz yönlerini, güçlü ve zayıf yönlerini birlikte kabul etmesinin önemi kavranmalıdır.




                          Yorum yap

                          • #14

                            ÖZSAYGIYI NASIL GELİŞTİREBİLİRİZ?



                            Bu bölüme belki de öğrencilerin özsaygılarını yükseltmenin önemli olup olmadığı sorusu ile başlamakta yarar vardır. Bunun önemli olduğunu gösteren bulgular gerçekten var mıdır? Bu soruların yanıtını vermenin pek de güç olmadığını belirtmeliyiz. Öğrencilerin özsaygı düzeylerinin, onların hem ruh sağlığı hem de okul başarıları üzerinde etkili olduğunu gösteren pek çok araştırına bulgusu vardır. Bu bulguları bir an için bir yana bırakıp öğretmenlerin kendi gözlemlerine başvursaydık, herhalde pek çok öğretmen başarılı öğrencilerinin genellikle kendilerine daha çok güvenen, kendilerine daha çok güvenen öğrencilerinin de daha başarılı öğrenciler olduklarını söyleyeceklerdi. Kuşkusuz kendilerinden hoşnut olan ve kendilerini değerli gören öğrencilerin, kendilerinden hoşnut olmayan ve kendilerini değerli görmeyen öğrencilerden daha başarılı olacakları açıktır.

                            Gözlemler böyle olmakla birlikte, bunun böyle olduğunun bilimsel kanıtları var mıdır diye sorulabilir. Gerçekten de öğrencilerin özsaygı düzeyleri ile akademik başarıları arasındaki pozitif ilişkinin olduğunu gösteren pek çok araştırmaya gerek yerli gerekse yabancı literatürde rastlamak mümkündür (Baymur ve Ark., 1977; Lawrence, 1981; Arseven, 1986; Cun, 1986; Skaalvik ve Aagtvet, 1990; Liu, Kaplan ve Risser, 1992; Pişkin, 1996).

                            Bulgular öğretmenlerin temel görevleri olan bilgi aktarma ve öğretme görevlerini yerine getirirken öğrencilerinin özsaygılarını da bir miktar dikkate aldıkları takdirde daha etkili öğretebildiklerini göstermektedir. Benzeri biçimde öğrencilerin özsaygılarını yükseltme çabası içine girdiklerinde, onların daha kolay öğrenmelerini de sağlamaktadırlar.

                            Amerika Birleşik Devletleri’nde öğretmenler üzerine yapılan bir araştırmada öğrencilerine genellikle olumlu tepkiler veren öğretmenler ile genellikle olumsuz tepkiler veren iki grup öğretmen karşılaştırılmıştır. Her ne kadar bu iki gruba giren öğretmenlerin tamamı da kendilerini iyi birer öğretmen ve izledikleri yöntemin en iyi yöntem olduğunu ileri sürüyorlarsa da, araştırma bulguları ilk gruba giren öğretmenlerin öğrencilerinin disiplin problemlerini daha kolay çözdüklerini, öğrencilerini daha uyumlu hale getirdiklerini, özsaygı düzeylerinin daha yüksek olduğun ve okul başarılarının daha yüksek olduğunu göstermektedir (Lawrence, 1988). Bu araştırmanın bulguları, öğrencilerin özsaygı düzeylerinin yükselmesinin onların öğrenme sorunlarıyla baş edebilme kapasitelerinin de yükselmesini sağladığına. işaret etmektedir.

                            Kuşkusuz öğretmenler öğrencilerinin özsaygılarını yükseltme etkinliklerine karar verdiklerinde karşılarına çıkabilecek en önemli sorunlardan biri bu etkinliklerin organizasyonudur. Her ne kadar profesyonel elemanlar olan rehber öğretmenler psikolojik danışma ve drama yoluyla öğrencilerin özsaygılarını yapılandırılmış etkinliklerle yükseltme çalışmaları yapabilirlerse de, unutulmamalıdır ki, bu tür yapılandırılmış programlara her öğrencinin gereksinimi olmayabilir. Dolayısıyla burada esas üzerinde duracağımız konu bu konuda öğretmenlerin ne yapabilecekleridir. Öğretmenler tarafından yürütülecek özsaygı yükseltme çalışmaları öğretim süreçleri ile kaynaştırılabilir ve bütün öğrenciler bu etkinliklerden yararlanabilirler.



                            Öğretim Yoluyla Özsaygıyı Geliştirme


                            Öğrencilerin özsaygıları ile akademik başarıları arasındaki ilişkiye işaret eden pek çok araştırmaya rastlamakla birlikte özsaygı denen bu önemli kişilik değişkeninin nasıl geliştirilebileceği konusunda önerilerde bulunan çok az çalışmaya rastlamaktayız. Bu nedenle bu yazının bundan sonraki bölümlerinde öğretmenlerimizin öğrencilerinin özsaygılarını nasıl yükseltebilecekleri, bu konuda neler yapabilecekleri konusu üzerinde durulacak ve bir takım önerilere yer verilecektir.

                            Öğrencilerin özsaygılarını psikolojik danışma ya da drama yoluyla yükseltmek mümkündür. Ancak bu tür etkinlikler bu konuda uzmanlaşmış olmayı gerektirir. Eğitim sistemimizde bu tür çalışmaları, okul rehberlik servislerinin başındaki profesyonel elemanlar olan rehber öğretmenlerden bu konuda bilgi ve beceriye sahip olanların yapması gerekir.

                            Ancak öğrencilerin özsaygı düzeylerini geliştirmenin tek yolu psikolojik danışma ya da drama değildir. Öğretmenler de öğretim teknikleri ve öğrencileriyle olan ilişkileri yoluyla onların özsaygılarını geliştirebilirler. Öğrencileriyle yakın ve sıcak ilişkiler kuran, onların özsaygılarını geliştiren öğretmenler böylece öğrencilerinin daha etkili öğrenmelerini de sağlayabilirler.

                            Öğrencilerin, statü sahibi ve kendileriyle yakın ilişkiler kurabilen bireylerin tutum ve davranışlarından etkilendikleri bilinmektedir. Ülkemizde öğretmenlerin öğrencilerin gözünde saygın bir yeri olduğunu, ancak gereksinim duyulan sıcak ve yakın ilişkinin çoğu zaman kurulamadığını görmekteyiz. Dolayısıyla öğrencilerin gözünde belli bir yeri ve saygınlığı olan öğretmenlerin öğrencilerinin özsaygı düzeyini geliştirebilmeleri için öncelikle onlarla sıcak ve yakın ilişkiler kurmaları gereklidir. Unutulmamalıdır ki, öğrencilerin özsaygılarının gelişimi ancak kaliteli. bir öğretmen - öğrenci etkileşiminden geçer.



                            Kaliteli Bir Öğretmen-Öğrenci Etkileşiminde Olması Gerekenler


                            Öğretmenlerin, öğrencilerinin özsaygı düzeylerini yükseltebilmeleri hiç değilse varolan özsaygı düzeylerini düşürmemeleri için onlara yakın olmaları ve onlarla sıcak bir ilişki kurmaları gereklidir. Kuşkusuz kendilerine sıcak davranan bir öğretmen öğrenciler tarafından her zaman sevilir. Ancak unutulmamalıdır ki, öğretmen tarafından kurulan sıcak bir ilişki öğrenciler tarafından sevilmenin ötesinde anlamlar taşır. İnsancıl yaklaşımın önde gelen isimlerinden Carl Rogers’ın etkili bir yardım ilişkisi için önerdiği kişisel özellikler, aslında bu sıcak ilişki ve etkileşimin kurulabilmesine temel teşkil eden kişilik özellikleridir. Rogers bu özellikleri şöyle sıralamaktadır : Kabul, İçten olma ve empati.



                            Kabul


                            Burada kabul teriminden kastedilen şey, öğrencinin kişiliğini yargılamadan ve eleştirmeden olduğu gibi kabul etmek ve ona saygı duymaktır. Yanlış bir davranışta bulunan bir öğrencinin öğretmeni tarafından yargılanmaması ve eleştirilmemesi gerektiğini söylemek pek çok kişiye ters ve tuhaf gelebilir. Burada kastedilen şey, öğrencinin yanlış davranışının değil, kişiliğinin doğrudan hedef alınıp eleştirilmemesidir. Davranış yanlış bile olsa o bireyin kabul edilmesidir. Yani kabul edilen şey, yanlış yapılan davranış değil, öğrencinin kişiliğidir. Eleştirilen ise onun kişiliği değil, yanlış davranışları olmalıdır. Böyle davranmakla, bir yandan öğrencinin yanlış davranışını onaylamadığımızı ona bildirirken, aynı zamanda onun kendisini değersiz hissetmesine yol açmaktan kaçınmış oluruz. Örneğin “yaramazlık yapmandan hoşlanmıyorum” demek “senden hoşlanmıyorum” demekten daha yararlıdır. Çünkü birinci ifade kızgınlıkla söylenmiş bile olsa, öğrencinin kişiliğini ikinci ifadede olduğu kadar doğrudan tehdit etmemektedir. Oysa ikinci ifade doğrudan öğrencinin kişiliğini eleştirel bir tarzda söylenmektedir ve iletişimi tehdit edici niteliktedir. Dolayısıyla öğretmenler öğrencileri tarafından sergilenen davranışları onaylamasalar, bu. davranışları eleştirseler bile bir birey olarak onlara saygı duymaya devam etmelidirler. Bu onlarla kurulacak sağlıklı bir iletişim kadar onların özsaygılarını korumaları için de gereklidir.

                            İçtenlik

                            İçten olma ya da. Mevlana’nın dediği gibi “olduğu gibi görünme” sanıldığı kadar kolay değildir. Bireyin diğer insanlarla olan ilişki ve etkileşimlerinde doğal olması, savunucu tutumlar sergilememesini gerektirir. Bir başka ifadeyle, bir takım maskeler takıp kendim.izi olduğumuzdan farklı göstermemeyi, yani içinde yaşadığımız toplumun genel kabul gören değerlerinden etkilenip kişiliğimizi sinsice gizlemek yerine gerçek kişiliğimizi ortaya koymayı, kendimiz olmayı gerektirir.

                            Böyle davranabilmek için kuşkusuz bireyin kendine olan özsaygısının yüksek olması gerekir. Çünkü ancak böyle olunca birey gerçek kimliğini ve kişiliğini başkaları tarafından onaylanma ya da dışlanma ve reddedilme kaygı ve korkusu yaşamadan ortaya koyabilir. Kuşkusuz sevilme ve onaylanma gereksinimi içinde olan bir birey yeterince sevildiği ya da onaylandığı konusunda kendisinden kuşku duyarsa yeterince içten davranamaz.

                            Görüldüğü gibi, içten olabilmek için bireyin kültürel fenomenlere karşı kendi biricikliğini koruyabilmesi ve kendini olduğu gibi kabul edebilmesi gerekir. Ayrıca yeterince içten davranabilmek, elde edilen başarılar kadar başarısızLıkların da her zaman olabileceğini kabul etmeyi gerektirir.



                            Empati


                            Empati temelde bir kimsenin diğer bir kişinin duygularını ve hislerini yakalaması, farkına varması ve anlaması anlamına gelir. Bu anlamda empatik beceri, bireyin kendisini diğer bireyin yerine koyarak, tıpkı onun gibi yaşaması ve bir ayna gibi karşısındaki kişiye yansıtması ve iletmesi anlamına gelir. Dolayısıyla empatik yaşantı, söz konusu spesifik duygunun diğer bireyle birlikte paylaşılmasıdır. Kuşkusuz tıpkı diğer özellik ve beceriler gibi bir kişilik özelliği olan empati de her insanda farklı düzeyde bulunur. Bazı insanlar bu beceriye daha ileri düzeyde sahipken, bazıları daha az düzeyde sahip olabilir. Fakat belli bir çaba ve eğitim yoluyla herkes iletişim için gerekli olan bu önemli beceriyi hiç değilse bir miktar yükseltebilir.

                            Bu beceriyi geliştirmenin yollarından biri, bizimle konuşan bireyin sözcüklerinin arkasında bulunan duyguları yakalamaya çalışmaktır. İnsanlar genellikle söylenenlere yani sözel olarak iletilen mesajlara o kadar odaklaşırlar ki, çoğa zaman sözcüklerin arkasında yatan duygular arka plana itilir ve hatta bazen tamamen gözden kaçırılır. Böylece iletişim, gerçek duygusal içerik anlaşılmadığından başarısız bir biçimde devam eder.

                            Öğrenciler, öğretmenlerinin kendini onların yerine koyup onların neler hissettiklerini anlamaya çalıştığını fark ettiklerinde, yani öğretmenlerinin empatik becerisini fark ettiklerinde büyük bir olasılıkla kendilerini öğretmenlerine daha yakın hisseder, ona güvenir; onu sever ve hatta ondan etkilenirler. Nitekim Rogers (1975) öğretmenlerin empatik olma düzeyi ile öğrencilerin akademik başarı düzeyleri arasında olumlu bir ilişkinin varlığını saptamıştır. Basitçe ifade edilecek olursa, öğrenciler öğretmenlerinin kendilerini anlamaya çalıştığını, onları sevdiğini fark edince hem öğretmenlerini daha çok sevmekte hem de okul başarılarında bir artış olmaktadır.

                            Lawrence (1988) burada öğretmenlerin empatik olma ile özdeşleşme kavramlarını birbirine karıştırmamaları gerektiğinin altını çizmektedir. Empati bir bireyin başka bir bireyin duygularını anlamak iken, özdeşleşme diğer bir insan gibi hissetme ve onun gibi davranmadır. Öğrencilerine empatik yaklaşım sergileyen bir öğretmen, bir yandan öğrencilerinin duygularını anlamaya çalışıp onlara gerekli duyarlılığı gösterirken, aynı zamanda kendisi gibi davranır. Yani öğretmenlik rolünü oynamayı sürdürür. Sınıfın yönetiminde söz sahibi ve sorumluluk sahibi olmaya devam eder. Oysa öğrencileriyle özdeşleşen bir öğretmen, adeta öğrencilerden birisi gibi olur. Otoritesini terk eder ve bir öğrenci gibi davranır. Özsaygıları yüksek ancak yeterince olgun ve deneyimli olmayan öğretmenler, öğrencilerin dünyasını anlama çabası içine girdiklerinde onlarla özdeşleşme, onlar gibi olma ve hatta otoritelerini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalabilirler. Dolayısıyla genç ve deneyimsiz öğretmenlerin bu duruma karşı uyanık olmalarında yarar vardır.

                            Kuşkusuz bir öğretmen için empatik iletişimi sürdürmek her zaman kolay değildir. Özellikle de öğrenci sayısının kalabalık olduğu sınıflarda her bir öğrencinin duygularına kulak verememe tehlikesi her zaman mevcuttur. Hatta bazen öğrenciler tarafından dile getirilen sözlü mesajları bile dinlemek güçleşebilir. Empatik iletişim için tehlike arz eden durumlar sınıf ortamında çok çeşitli nedenlerle ve çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Bazen bir öğrencinin dediklerini anlamaya çalışırken, diğer öğrencilerin oluşturduğu gürültü, bir yandan dikkati çekmek isteyen başka bir öğrencinin çabaları vs. Bu nedenle empatik iletişim kurma çabasında olan bir öğretmenin her türlü engellemeye karşı uyanık ve sabırlı olması gerekir. Unutulmamalıdır ki, iletişim halindeki bir öğrenciye sırt çevirme kadar hiç bir şey bu öğrencinin özsaygısını düşüremez.

                            ÖZSAYGI VE İLETİŞİM


                            Sözsüz İletişimin Gücü
                            Öğretmenlerin kişilik özelliklerinin öğrencilerin özsaygıları üzerinde etkili olduğundan söz edilmişti. Ancak öğrencilerin özsaygıları üzerinde etkili olan bu özelliklerin dışında da bir takım faktörler vardır. Bunlardan birisi öğretmenlerin öğrencileriyle olan iletişimlerinde sergileyecekleri sözel olmayan davranışlardır ve öğrencilerin özsaygıları üzerinde tahmin edilenin üzerinde etkilidir. Özellikle çocuklar için sözel olmayan ipuçları oldukça önemlidir. Çocukların sözel olmayan ipuçlarına gösterdikleri duyarlılığın aksine, yetişkinler çoğu kez kendilerini iletişimde sözel olmayan bu ipuçlarına tamamen kapatabilmektedirler. Jestler, mimikler, baş ve yüz hareketleri, vücudun duruşu, göz kontağı, sesin tonu ve hızı, konuşma anındaki duraklamalar hep iletişim anında çeşitli mesajlar sunarlar (Danish, D’Augelli ve Hauber, 1994 ; Pişkin ve Öner, 1999).

                            Sözcüklerle dile getirilen ifadeler daha objektif bir karaktere sahip olmakla birlikte, sözel olmayan mesajlarla kolayca manipule edilebilirler. Oysa sözel olmayan davranışlarımız daha sübjektif ve daha. içgüdüsel olduklarından pek de kolay manipule edilemezler. Bu nedenledir ki, bazen saklamak istediğimiz duygularımızı sözel olmayan davranışlarımız ele verirler. Özellikle de sözel olmayan davranışlara karşı duyarlı olan bireyler bu ipuçlarını kolayca değerlendirebilirler. Örneğin kendisinden nefret ettiğimiz bir bireye karşı olan olumsuz duygularımızı gizlemeye çalışsak bile, sözcüklerimiz özellikle de sözsüz iletişimde duyarlılığı olan bireylere pek de inandırıcı gelmeyebilir. Örneğin kendisini gerçekte kıskandığımız bir bireyi ne kadar çok sevdiğimizi söylesek de, gerçekte o bireyle olan iletişimizde kullandığımız sözsüz iletişim tam tersini söyleyebilir.

                            Gözlemler ve araştırma bulguları, sözlü ve sözsüz iletişim arasında bir tutarsızlık olduğunda, bireylerin genellikle sözsüz iletişim yoluyla verilen mesajları dikkate aldıklarını göstermektedir. Bu nedenle öğretmenlerin öğrencilerine verdikleri mesajların içtenlik ve samimiyet derecesini kontrol etmeleri gereklidir. Aksi takdirde verilen sözel mesajların öğrenciler üzerinde pek de bir etkisinin olamayacağı açıktır.

                            Ancak burada akla hemen şu soru gelebilir : Öğretmen yaramazlık yapan, disiplinsiz davranan ya da onaylanmayacak yanlış bir davranışta bulunan bir öğrencisinin bu davranışını, özsaygısı düşmesin diye görmezden mi gelmelidir? Yoksa onunla bu konuyu onu kabul ederek, ona saygı duyduğunu göstererek konuşmalı mıdır? Birinci şıkkı izleyen, yani öğrencisinin özsaygısını düşürmemek adına bu davranışı görmezden gelen bir öğretmenin, aslında öğrencisinin yanlış davranışıyla yüzleşmesini engellediğini söyleyebiliriz. Böyle bir tavır, davranışın öğretmen tarafından eleştirilmediğini gören öğrencinin bu davranışı daha sonraki zamanlarda da tekrarlama olasılığı olduğundan yanlıştır. İkinci şıkkın izlenmesi temelde uygun bir yaklaşımdır. Ancak burada da öğretmen öğrencisini kabul ettiğini, onu sevdiğini fakat davranışını onaylamadığını sözcükleriyle iletse bile, sözel olmayan davranışları öğrencisine aslında kızgın olduğu konusunda onu ele vermez mi? Böyle bir durumla karşı karşıya kalan, yani sözel ve sözel olmayan tepkileri arasında tutarsızlık olan bir öğretmenin, öğrencisinin davranışını onaylamasa bile öğrencisini kabul etmesini ve ona saygı duymasını engelleyen şeyin neler olduğu konusunda kendisini sorgulaması gerekir.



                            Sözel İletişim


                            Sözel mesajlar bireylerin özsaygı düzeylerini düşürebileceği gibi yükselte de bilir. Gözlemler öğretmenlerin öğrencilerine karşı sınıfta kullandıkları sözcük ve deyimlerin türü itibariyle iki kategoriye ayrılabileceğini göstermektedir.







                            Kullanılan bu deyim ve sözcüklerin bir bölümü güdüleyici, moral verici, öğrencilerin hoşuna gidici ve onlara değer verildiğini gösteren kavramlardır. Diğer bölümü ise suçlayıcı, küçük düşürücü, mahcup edici, yargılayıcı ve genellikle birinci gruptaki sözcük ve deyimlerin tersine kaygı yaratıcıdır. Batı’da yapılan araştırmalar genellikle birinci gruba giren deyim ve sözcükleri ağırlıklı olarak kullanan öğretmenlerin sınıfındaki öğrencilerin gerek özsaygı gerekse akademik başarı derecelerinin, ikinci gruptakilerden daha yüksek olduğunu göstermektedir (Lawrence, 1988).

                            Bir öğretmenin öğrencisine “Aferin, sınav kağıdını çok iyi buldum” demesi büyük olasılıkla o öğrencinin özsaygısını olumlu yönde etkilerken, “sınav performansın daha iyi olabilirdi, bu sonucu senden beklemiyordum” demek büyük olasılıkla aynı öğrencinin özsaygısını olumsuz etkileyecektir. Kuşkusuz sözcüklerle iletilen bu mesajların öğrencilerin özsaygıları üzerindeki esas etkisi, ancak bu mesajlara eşlik eden sözsüz davranışlarla birlikte anlam kazanır. Sözel mesajların veriliş biçiminin öğrencilerin özsaygıları üzerinde oldukça etkili olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle öğretmenler sözcüklerle ilettikleri mesajları, olumsuz ifadeler yerine daha çok olumlu formlar kullanarak vermelidirler. Aksi takdirde aynı mesajlar öğrencilerin özsaygı düzeylerini yükseltebilecek nitelikte olabilecekken tam tersi de olabilir.

                            Yapılan bütün bu açıklamalardan öğrencilerin asla suçlanamayacakları ya da hiç bir şekilde cezalandırılamayacakları anlamı çıkarılmamalıdır. Kuşkusuz özsaygıyı yükseltmek demek öğrencinin tembelliğini, derslerine çalışmamasını ya da disiplinsiz davranışlarını görmezlikten gelmek anlamına gelmez. Başarısız bir öğrenciyi öğretmen ne kadar pohpohlarsa pohpohlasın, başarısızlığını sanki başarılıymış gibi göstermeye çalışırsa çalışsın bu pek de bir işe yaramayacaktır. Çünkü okul gibi notların esas alındığı ve insanların başarılarına göre derecelendiği bir ortamda, öğrenci zaten bir şekilde kendi performansını diğer öğrencilerinkiyle karşılaştırarak kendine ilişkin gerçek bir algıya sahip olacaktır. Ülkemizde özellikle ilköğretim düzeyinde zaman zaman aynı sınıfta yer alan öğrenciler performans düzeylerine göre gruplara ayrılmaktadır. Öğrencileri başarı düzeyleri açısından gruplara ayırırken ne kadar profesyonel davranırsa da, yani bu grupların aslında başarı düzeyleri dikkate alınarak yapılan bir gruplama olmadığı hissi öğrencilere verilmeye çalışılsa da eninde sonunda öğrenciler bu grupların aslında başarı yönünden yapılan gruplamalar olduğunu fark etmektedirler.

                            Burada esas itibariyle vurgulanmak istenen şey, öğrencilerin sahte benlik kavramlarına değil, gerçek benlik algılarına sahip olmalarının önemidir. Bu nedenle öğrenciler kendilerini ve sahip oldukları özelliklerini abartmadan, olduğu gibi kabul etmeleri yönünde teşvik edilmelidirler. Öğretmenler tarafından zaman zaman yapılan eleştiri ve suçlamalar, kabul edici, değer verici, koruyucu ve güven verici bir ortamda yapıldıklarında zaten öğrencilerin özsaygılarını zedeleme riski taşımazlar. Ayrıca, öğretmenler tarafından yapılacak övgülerin, onların notlarından ziyade sergiledikleri çaba ve davranışlara dönük olmasının gerektiği de unutulmamalıdır. Belki burada yarışmacı bir ortamın zararlı olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir. Bu soruya verilecek yanıt, eğer bu yarış öğrencide aşırı kaygı yaratıyor ise, böyle bir atmosferin o öğrencinin özsaygısı açısından zararlı olduğudur.



                            Öğretmen Beklentilerinin Etkisi


                            Öğretmen - öğrenci ilişkilerinin üzerinde sıkça durulan boyutlarından birisi de “beklenti etkisi”dir. Bu kavrama göre öğrenciler, öğretmenlerinin onlara ilişkin algılarından etkilenmekte ve kendilerini bu beklentilere göre ayarlamaktadırlar. İngiliz eğitim psikoloğu Hargreaves (1972) öğretmenlerin genellikle kafalarında bir “ideal öğrenci tipi”nin olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre öğretmenler bu ideal tipe uymayan öğrencilerin pek de başarılı olamayacakları inancındadırlar.

                            Bulgular öğretmenlerin öğrencileri kendi beklentileri doğrultusunda davranma konusunda etkileyebildiklerini, ancak bu durumun öğretmen ve öğrenci arasında sıcak bir ilişkinin olması durumunda geçerli olduğunu göstermektedir. Yoksa öğretmen beklentileri ile öğrenci algıları arasında taban tabana bir zıtlığın olduğu durumlarda, gözlemler öğrencilerin genellikle öğretmen beklentilerini pek de dikkate almadıklarını, kendi algılarına göre davrandıklarını göstermektedir. Görülüyor ki, öğretmen beklentileri her durumda etkili olamamaktadır. Her şeye rağmen öğretmenlerin bu etkinin varlığını hesaba katmalarında ve ortaya çıkma olasılığına karşı uyanık olmalarında yarar vardır.



                            Günlük Temasın Önemi


                            Sınıf ortamının öğrencilerin özsaygılarını etkileyebilecek pek çok boyutu olmasına karşın, araştırmalar öğretmenlerin öğrencileriyle olan günlük temas ve iletişimlerinin en etkili faktör olduğunu ortaya koymaktadır (Lawrence, 1988).

                            Buradan çıkarılacak sonuç, öğretmenlerin her derste sınıflarında bulunan her bir öğrenci ile hiç değilse belli düzeyde kişisel bir ilişki kurmalarının, en azından böyle bir çaba içinde olmalarının önemidir. Bu günlük temas bazen bir hal hatır sorma, bazen de bir iki sözcükten ibaret bir güdüleyici, bazen ise bir gülümseme bile olabilir. Kuşkusuz her gün her öğrenci ile bir miktar ilgilenmek daha çok ilköğretim düzeyinde olanaklıdır. Öğrencilerini ancak haftada bir veya iki defa gören bir lise öğretmeninin her öğrencisiyle bir miktar ilgilenmesi her zaman mümkün olmayabilir.

                            Her şeye rağmen her öğretmenin dikkat etmesi gereken noktalardan biri, her öğrencisini kişisel olarak tanıması ve isimlerini öğrenir öğrenmez onlara üçüncü tekil şahıs bir hitap tarzıyla seslenmek yerine isimleriyle hitap etmesidir. Kuşkusuz öğretmenlerin günlük temas yoluyla öğrencilerine olan ilgilerini göstermeleri, öğrencilerin özel yaşamlarını kurcalamak ve kişisel sorularla onları rahatsız etmek demek değildir. Bir öğretmen gerektiğinde ilgisini öğrencisinin özel yaşamına, ev ve aile ortamının detaylarına kadar uzatabilir. Ancak böyle bir durumun öğrencinin kendisini rahat hissedebileceği güven verici bir ilişkinin kurulmasında sonra olabileceği unutulmamalıdır.

                            Görüldüğü gibi öğretmenler öğrencilerinin özsaygılarını yapılandırılmış ve sistematize edilmiş özsaygı yükseltme programlarına başvurmadan da yükseltebilirler. Rehberlik ilkelerini benimsemiş bir öğretmen, öğrencileriyle olan ilişkileri aracılığıyla öğretim fonksiyonunu icra ederken aynı zamanda onların özsaygılarını da yükseltebilir. Kuşkusuz özsaygı düzeyinin düşük olduğu saptanan ya da başka davranış bozuklukları da sergileyen öğrencilerin durumu öğretmenin yeterlik sınırını aştığından, bu tür öğrencilerin okul rehberlik servisine gönderilip profesyonel yardım almaları gerekir. Ama her şeye rağmen öğretmenler rehberlik saatlerinde yapacakları bir takım etkinliklerle öğrencilerinin özsaygılarını yükseltmelerinde onlara yardımcı olabilirler.





                            SINIF ETKİNLİKLERİ


                            Önceki bölümde çağdaş rehberlik ilkelerini benimsemiş sınıf öğretmenlerinin sergileyecekleri uygun tutum ve tavırlar ile öğrencilerinin özsaygılarını yükseltebilecekleri üzerinde durulmuştu. Kuşkusuz öğretmenler rehberlik saatlerinde uygulayacakları bir takım sınıf etkinlikleri aracılığıyla da öğrencilerinin özsaygı düzeylerini geliştirebilirler. Bu etkiliklerin neler olduğuna değinmeden önce, bu etkinliklerinin gerisindeki temel amaçlardan bir miktar söz etmek yararlı olabilir.

                            Özsaygı yükseltme etkinliklerinin amaçlarından biri, öğrencilerin bazen cezalandırılma korkusu bazen de suçluluk duyguları nedeniyle ifade edemedikleri, dile getiremedikleri duygularını serbestçe dile getirebilmelerini sağlamaktır. Unutulmamalıdır ki, düşük özsaygı düzeyine sahip bireylerin en tipik özelliklerinden biri, duygularını açık ve serbestçe dile getirememeleridir. Bu bireyler çoğu kez gerçek duygularını dile getirdiklerinde onaylanmayacakları ya da reddedilecekleri korkusu yaşarlar.

                            Yine özsaygı düzeyi düşük bireyler, genellikle gerçek kişiliklerini korkusuzca ortaya koymanın başkaları tarafından dışlanma riskini de beraberinde getirdiği inancındadırlar. Sınıf etkinlikleri ile öğrenciler, duygularının diğer bireyler tarafından da kabul edilebileceğini yavaş yavaş öğrenme şansı elde ederler. Hatta yaşadıkları duyguların sınıfın diğer bireyleri tarafından da yaşandığını görmek onlara güven ve cesaret verebilir. Yine duygularını ortaya koymaktan korkan tek kişinin kendileri olmadığını da bu etkinlikler yoluyla keşfeden öğrenciler, kendilerini daha iyi hissedebilir ve bu geçirilen bu yaşantılar bireyin özsaygı düzeyinde bir yükselmeye neden olabilir. Ayrıca öğrenciler bazı durumlarda insanların çoğunun aynı duyguları paylaşmalarına karşın, zaman zaman her insanın farklı duygusal tepkiler de verebileceğini öğrenirler. Nasıl her insan bir diğerinden bir miktar farklı ise, aynı olay karşısında bireylerin farklı duygusal tepkiler de verebilecekleri, dolayısıyla her insanın aslında kendine özgü ve biricik olduğunu fark ederler. Böylece kendisini diğerlerinden ayıran özellikleri olduğunu, gerektiğinde farklı tepkiler de verebileceğini, bu durumun tamamen normal olduğunu ve korkacak bir yanının olmadığını öğrenirler. Kendine güven duygusu geliştiren bireyin özsaygı düzeyinin de yükseleceği kaçınılmazdır.

                            Özsaygısı düşük bireylerin bir diğer temel özelliği de kendilerinden pek de hoşnut olmamaları ve kendilerini genellikle olumsuz sıfatlarla tanımlayıp, değersiz bulmalarıdır. Bu tür bireyler için başkalarından kendileri hakkında olumlu sözler duymak oldukça önemlidir. Bu nedenle bu tür etkinliklerin bir diğer önemli amacı da, özsaygı düzeyi düşük bireylerin bu etkinlikler aracılığıyla olumlu geribildirimler almalarına ortam oluşturmasıdır. Diğer insanlardan kendilerine için güzel sözler işiten özsaygı düzeyi düşük bireylerin bu sayede kendilerini daha olumlu algılayacakları unutulmamalıdır.

                            Özsaygısı düşük bireylerin bir diğer temel özelliğini de risk almaktan kaçınmalarıdır. Bu tür bireyler günlük yaşamlarında kolay kolay risk alamazlar. Risk alamama bazen kişiliğin ortaya konamaması biçiminde psikolojik bazen ise fiziksel olabilmektedir. Bu nedenle sınıf ortamında özsaygı geliştirme etkinliklerinin bir diğer amacı da, bu öğrencilere risk alma olanakları sunmasıdır. Risk taşıma kaygısı ve kendine güven eksikliği çoğu zaman bireyleri karar verme güçlüğü içine sokabilmektedir. Araştırma bulguları güven veren bir grup ortamında öğrencilerin kolayca risk alabildiklere işaret etmektedir.

                            Kuşkusuz öğrencilerin özsaygılarını yükseltmek amacıyla sınıfta yapılacak etkinliklerin seçiminde öğrencilerin yaş ve olgunluk düzeylerinin rolü büyüktür. Etkinliklerin seçiminde sınıfın büyüklüğünün de önemli bir faktör olduğu unutulmamalıdır. Etkin bir sınıf çalışması yapmak için bu sayının 30’u geçmemesinde yarar vardır. Planlanmış programlar dahilinde haftanın belli günü ve saatlerinde bu egzersizlerin sürdürülmesi genellikle önerilir. Yapılandırılmış bir özsaygı yükseltme programının şu dört temel konuyu içeriyor olması ve verilen sırayı izlemesi önemlidir.

                            l. Güven oluşturma etkinlikleri.

                            2. Duyguları açığa vurma dile getirme etkinlikleri.

                            3. Olumlu geribildirim verme ve alma ekinlikleri

                            4. Risk alma etkinlikleri.

                            Lawrence (1988) genellikle bu konu başlıklarının bir sıra dahilinde izlenmesinin önemli olduğunu ve normal koşullarda on oturumdan oluşmasını önermektedir. Kuşkusuz bu on oturumun ne kadar zamanını hangi tür etkinliklere ayırmak gerektiğine öğretmenin belirlemesinin ve kararlaştırma sürecinde sınıfın gelişim hızı ve düzeyinin de bu kararda önemli olduğunun altını çizmek gerekir.

                            Burada yer alan örnek etkinliklerinin yararlı olacağı umulmaktadır. Ancak öğretmenler zaman içinde deneyimleri arttıkça kendi özgün etkinliklerini de rahatlıkla üretebilir ve uygulayabilirler.







                            Öğretmenlerin Kendi Özsaygıları


                            Özsaygı düzeyi yüksek öğretmenlerin özsaygı düzeyi yüksek öğrenciler yetiştireceği beklenir. Literatürde kendilerini olumlu sıfatlarla değerlendiren yani benlik kavramları olumlu olan ve özsaygı düzeyleri yüksek oları bireylerin, diğer insanlara ilişkin tutumlarının da genellikle olumlu olduğunu gösteren araştırma bulguları vardır (Burns, 1982). Boradan çıkarılacak sonuç, öğretmen özelliklerinin çocukların özsaygıları üzerinde etkili olduğudur. Bulgular ayrıca, özgüven ve özsaygı düzeyleri düşük olan öğretmenlerin, öğrencilerine de yeterince ilgi ve alaka gösteremediklerine ve öğrencilerinin özsaygılarını yükseltme çalışmalarında etkili olamadıklarına işaret etmektedir. Öyleyse öğrencilerine yardım etmeden önce öğretmenlerin kendilerini gözden geçirmeleri ve her şeyden önce kendi özsaygılarını yükseltmeleri gerekir.

                            Bilindiği gibi çağdaş öğretmenin rolü sadece öğrencilerine üretilmiş bilgileri aktarmak değildir. Bu asli görevlerini yerine getirirken ayın zamanda öğrencilerinin sosyal ve kişilik gelişimlerine de katkıda. bulunabilecek etkinliklere zaman ayırmaları gerekir. Kuşkusuz bir öğretmenin öğrencilerini olduğu gibi kabul edebilmesi, onlara saygı duyabilmesi, içten ve samimi davranabilmesi, onları anlamaya çalışabilmesi, onların düşüncelerine ve duygularına saygı duyabilmesi, onların kendilerini baskı altında hissetmeden duygu ve düşüncelerini dile getirme fırsatı verebilmesi için öğretmenlerin kendilerinin özsaygı düzeylerinin yüksek olması gerekir. Öğretmenler ancak böyle özellikler sergiledikleri oranda öğrencilerine model olabilir. Ancak bu şekilde öğrencileri kendileriyle özdeşleşebilir ve onların özsaygı düzeylerinin gelişmesine katkıda bulunabilirler.

                            Kuşkusuz olumlu bir benlik algısına ve yüksek bir özsaygı düzeyine sahip olmayı herkes ister. Ancak bir şeyin isteniyor olması tek başına yeterli değildir. Her ne kadar pozitif düşünmek istenen bir durum ise de bir takım ilke ve teknikleri izlemeden sonuç almak pek mümkün değildir.

                            Yapılması gerekenlerin başında, belki de benlik kavramının teorik yapısını, özsaygının nasıl işlediğini ve arkasındaki mekanizmaların neler olduğunu bir miktar bilmek gerekir.

                            İkinci olarak, bir insana psikolojik anlamda yardım edebilmek için önce kendi ruhsal yapımızı sağlıklı hale getirmemizin gerektiğini bilmemiz gerekir. Bir başka ifade ile, işe kendimizden başlamamız gerektiğinin bilincinde olmak gerekir.

                            Üçüncü olarak, ne kadar güç olursa olsun, insanın kendisini değiştirebileceğini ve bu potansiyele sahip olduğuna inanması gerekir. Bunun anlamı, ne kadar olumsuz bir özgeçmişimiz ya da dezavantajlı konumumuz olursa olsun potansiyel olarak kendimizi daha iyiye daha güzele götürebilme ve kendimizi değiştirebilme şansımızın olduğuna inanmaktır. Bu bir anlamda insanoğlunun kendi kaderinin hiç değilse bir miktar kendi elinde olduğuna inanmak demektir.

                            Son olarak da, bireyin olumlu ve olumsuz yönlerini, güçlü ve zayıf yönlerini birlikte kabul etmesinin önemi kavranmalıdır.





                            Yorum yap

                            • #15

                              SEVGİ CİNSELLİK VE ÇOCUKLAR





                              Biz anne-babalar çocuklarımıza sevgiyi ve cinselliği ve bu ikisinin nasıl birlikte gelişebileceğini öğretme görevini yerine getirmek için ne yapmalıyız? İyi öğretmen ve iyi model olabilmek için kendimize nasıl yardım edebiliriz? Yalnızca sözcükler ve düşünceler yeterli midir? Yoksa somut olarak yapabileceğimiz bir şey var mı? Gerçekte yapabileceğimiz, daha doğrusu mücadele edeceğimiz iki şey var. Bu iki görev basit görünebilir ama sabır, direnç ve konunun özünü kavramayı gerektirir. Bunlar:



                              . Kendi cinsel inançlarımızı ve standartlarımızı belirlemek

                              . Kendi cinsel geçmişimizi anlamaktır.





                              Çocuğum kaç yaşına geldiğinde ona sevgi ve cinsellikten söz etmeye başlamalıyım? Sevgi ve cinsellikle ilgili neler anlatmalıyım?



                              Anne-babalar, eğitimlerinin bir parçası olarak çocuklarına her yaşta cinsellikle ilgili belirli bazı bilgileri de vermelidirler. Çocuklar, hiç kuşkusuz, öğrenmeyi severler. Her şeyi merak ederler ve bilgilendirilmekten hoşlanırlar. Yürümeye yeni başlayan bebeğinize aktarabileceğiniz ilk cinsel bilgilerden biri de ona bedeninin parçalarının adlarını öğretmektir. Gözlerini, kulaklarını, bacaklarını, kollarını ayırt etmeye ve öğretmeye başladığınız yaşta, bunlara meme başlarını, penisi, testisleri, vajinayı, anüsü de katabilirsiniz. Dikkat edin teknik terimleri öneriyoruz. Boyun ya da burun için başka adlar kullanmayı düşünmüyorsanız, neden meme başlarına başka bir ad veresiniz? Bedeninin tüm parçaları mükemmeldir. Çocuğunuz bunu bilmenin keyfini yaşamalıdır. Bedeninin her noktasıyla gururlanmalı, onları akıllı ve özenli kullanmalıdır. Bu konuda erkek çocukların önemli bir avantajları var. Penislerini ve testislerini görebiliyorlar. Kız çocukları görebilecekleri pek bir şey olmadığı için vajinalarını tanımakta daha zorlanıyorlar. Ama en azından bacaklarının arasındaki bölgenin bir adı olduğunu öğreniyorlar.

                              İki yaş ve altındaki çocuklar adlarla tatmin olurlar. Sözel kapasiteleri arttıkça, organların ne işe yaradığını da öğrenmek isterler. Nasıl gözlerin görmek için, kulakların duymak için olduğunu söylüyorsanız, penisin çiş yapmaya ve bebek yapmaya yardımcı olmaya, meme başlarının süt vermeye, anüsün dışkılamaya yaradığını da söylemelisiniz. Aşağı yukarı dört yaşındaki çocukların, bu organları ve işlevlerini öğrenmiş olmaları gerekir. Tüm anne-babaların bildiği gibi küçük çocuklar tekrarlayarak öğrenirler. Bir kez asla yeterli değildir. Bebeğinize burnunu, gözlerini, kulaklarını gösterebilmesi için nasıl tekrar yaptığınızı anımsayın. Cinsel organların yerlerini öğretmek için de aynı şey geçerlidir. Banyo saatleri bedenin parçalarına ilişkin bellek geliştirme açısından doğal bir ortamdır. “Büyüyor olman ne güzel” diyebilirsiniz. “Kolların büyüyor –göster bakayım kollarını. Parmakların uzuyor- hani nerede parmakların? Gözlerin büyümüyor ama daha çok şey görüyor- hani gözlerin? –Kulakların daha çok işitiyor- hani kulakların? Saçın uzuyor- saçını göster. Penisini göster. Meme başlarını göster. Dirseğinden naber? Yerinde duruyor mu? Hani?” Başka bir deyişle cinsel organlarını da içeren, bedenin parçalarını bulma oyunu geliştirebilirsiniz. Her şey doğallıkla ve kolayca çözümlenecektir.

                              Üç yaşındaki bir çocuğun cinsel bilgi birikimine bir göz atalım. Kız mı, oğlan mı olduğunu bilir. Bazı anne babalar çocuklarının herkesin önünde cinsel organlarına dokunmalarından rahatsızlık duyarlar. Çocuklarınızı bir aile fotoğrafı için güzelce giydirdiğiniz bir anda, ufaklığı, gelecek nesillere bir eliyle testislerini karıştırır vaziyette poz vermek üzere yakalarsanız elbette biraz paniğe kapılırsınız. Peki ne yapmalısınız? Telaşlanmayın, ilgisini başka bir olaya yöneltin ya da bir alternatif sunun. Tutması için sevdiği bir oyuncağını verin. Blokları ile kule yapmasını önerin. Bu tür önlemler almak, ilgi odağını değiştirmek, alternatif sunmak, bu dönemi daha rahat geçirmenizi sağlayacaktır. Sonraları çocuğunuza, bunun normal ancak kendine özel bir davranış olduğunu anlatmak isteyebilirsiniz. Unutmayın sorun yetişkinlerin. Çocukların bu konuda hiç dertleri yok. Duygusal tepkilerimizden arınabilsek, sakin olabilsek, çevremizdekiler de rahat edeceklerdir. Üç yaş çocuğu çiş yapma ve dışkılama sürecinden büyülenir. Tuvalet eğitimini henüz tamamlamıştır ve bundan büyük gurur duyar. Kız çocuklar çiş yaparken çömelmeleri gerekirken erkek çocukların çömelmediğini farkederler. Nedenini merak ederler. Aslında yanıtı basittir: Eğer ayakta çiş yapmaya kalkışırsa çiş bacaklarından akacaktır. Öte yandan eğer çocuklar yeni yeni beceri kazanan penisleriyle, nereye olursa olsun çiş yapmaya bayılırlar.

                              Bu yaş grubu tuvalet esprilerinden zevk alır. Bu konuları arkadaşlarıyla, aileleriyle enine boyuna tartışmaktan hoşlanır. Bizim “idrar”, “dışkı” gibi terimler kullanmamıza karşın çocuklar “çiş” kaka” v.b. sözcüklerin çok daha kolay olduğunu kısa sürede anlarlar. Argo öğrenmedikleri sürece sorun yok. Sanki başka hiçbir şeye ilgi duymayacaklarmış gibi görünse bile, bu dönemde geçecektir. Büyütmeyin. Tuvaleti anne baba gibi kullanabilmeyi öğrenmek gerçekten büyük bir başarı.

                              Çocuklar dört yaşına geldiklerinde bebeklerin nasıl yapıldığı sorusuyla daha çok ilgilenmeye başlarlar. “Babanın sperm denen özel bir tohumu annenin özel bir yerine ekmesi” onlar için şaşırtıcıdır. “Annenin bir yumurtası vardır ve eğer spermle yumurta buluşursa bebek oluşur.” Yalnızca kızların bebeklerinin olabileceğini ve yalnızca erkeklerin –penisleri olduğu için- sperm ekebileceklerini öğrenmeleri işleri kolaylaştırmaya yetmez. Genellikle anne-babalarının bu işi yapıp yapmadıklarını da bilmek isterler. Sonraki soru olasılıkla “izleyebilir miyim?” olacaktır. Bu işin birbirini çok seven büyükler tarafından yapıldığını anne ve babaların bunu yalnızken yaptıklarını anlatabilmeniz için bu soru iyi bir fırsattır.

                              Çocuklar arasındaki cinsel oyunlar bu yaşlarda başlar. Bu doğaldır. Büyük memelere sahip olabilmek için bluzlarının içine yastıklar koyan anaokulu öğrencileri gibi, çocuklar duyduklarından bir anlam çıkarabilmek için denemeler yaparlar. Kendi kurallarını böyle oluştururlar, deneyerek. Beş yaşındaki bir erkek çocuğunu aynı yaştaki bir kızın göğsünü kontrol ederken yakalamak pek çok anne baba için rahatsız edicidir. Çocuklar için doğaldır bu, ama anne babalar için zordur. En iyisi sakin olmaktır. İlgilerini başka bir yöne çekmeye bir alternatif sunmaya çalışın. Örneğin:



                              “Kim süt ve kurabiye istiyor?”

                              “Yeni bir öykü dinlemek isteyen var mı?”

                              “Haydi bakalım en yüksek kim sıçrayabiliyor?”



                              Cinsel Taciz Konusunda İlk Bilgiler



                              Saldırganların yüzde doksanı çocuklarımızın tanıdığı ve güvendiği insanlar Bunlara komşuları, aile dostlarını, onların daha büyük olan çocuklarını, üvey anneleri, üvey babaları, büyük anneleri, büyük babaları, anneleri, babaları, öğretmenleri, din adamlarını, doktorları ve daha nicelerini dahil edebiliriz. Bir yandan çocuklarımızı sevecen, mutlu, güvenli bireyler olarak yetiştirmek isterken, öte yandan onları tanıdıkları, güvendikleri insanlara karşı nasıl uyarabiliriz? Bu çelişkili bir durum değil midir? Bizce bu sağlanabilir, sağlanmalıdır da. Unutmayın tecavüze uğramış bir çocuk asla mutlu bir çocuk olamaz. Çocuğunuza memelerden, vajinadan, penisten, testislerden ve anüsten söz ettiniz. Bu organlara -şortun veya mayonun örttüğü bölümlere- bedenin özel bölümleri diyebilirsiniz. Çocuklarınızı karşıya geçerlerken iki tarafa bakmaları konusunda nasıl serinkanlılıkla uyarıyorsanız, aynı biçimde onları kendilerini korumaları için de uyarmalısınız. Bu konuşmayı yaparken hem annenin hem babanın bulunması ancak birinin aktif olması idealdir.



                              Üç noktanın üzerinde durun:

                              1- Hiç kimsenin senin, özel yerlerine dokunmaya hakkı yoktur.

                              2- Hiç kimsenin seni kendi, özel yerlerine dokundurtmaya hakkı yoktur.

                              3- Birisinin senden özel yerlerine dokunmasını istemesi ya da seninkilere dokunması saklayacağın bir sır değildir. Anlatmama sözü vermiş olsan bile, anlatırsan başına çok kötü şeyler geleceği söylenmiş olsa bile, böyle bir şey olursa annene, babana söylemelisin. Mutlaka söylemelisin. Sır saklaman gerektiği doğrudur. Ama bu saklanmaması gereken kötü bir sırdır.



                              Yorum yap

                              Hazırlanıyor...
                              X